Betül Odabaş,  Deneme Yazıları

“BAY* DİL” TÜRKÇE

 

Geçen gün, çarşı alışverişi için sokağa çıktım. Yürüdüğüm sokak, inanın herhangi bir sokaktı. Yokuşu çıkıp sağa döndükten sonra bir grup liseli gencin bana doğru gelmekte olduğunu gördüm. Gülüşüyorlardı, içten içe hoşuma gitti bu durum. “Ne güzel çağdalar, gökyüzü maviden de ötedir şimdi onlara!” dedim içimden. İbrahim Sadri’nin “Sen benim on yedi yaşımsın” şiiri geldi aklıma. Birkaç dizesini sessizce okudum içimden.

Tam yanıma ulaşmışlardı ki, masum kahkahaları hararetli küfürlere dönüştü. Bir anda buz kesildim. O güzel çocuklar, farkında olmadan öyle ağır kelimeler kullanıyorlardı ki… Ağızlarından çıkan sözleri aile bireylerinden birine, bir başkası söyleseydi acaba yine aynı kahkahayı atabilirler miydi? Söyledikleri isimlerin ve fiillerin anlamları çoktan “ciklet çiğnemek” ile aynı basitliğe ulaşmıştı.

Bir öğretmen olduğum için, ilk hissettiğim duygu sinir değil, şaşkınlıktı. “Niçin?” diye sordum. Çünkü benzer olaylar ile daha önce de karşılaşmış ve benzer yaştaki gençlerin, bahsettiğim “hakaret kokan kalıplarını” daha önce de işitmiştim. Bu çocuklar, başlarından geçen olayların şiddetini, yoğunluğunu, acayipliğini, güzelliğini, korkunçluğunu ya da üzüntüsünü anlatmak için neden hep aynı “hakaret kalıplarını” kullanıyorlardı ki? Aslında bu davranışla, her duyguyu aynı noktaya sabitliyor ve aralarındaki belirgin ayrımı da yok ediyorlardı. İnsanın gözünün dönünce söylediği bir lafı, mutlu bir anıyı anlatırken de söylemenin ne mantığı vardı?

Konuyu uzun uzun düşünmeye gerek yoktu aslında, çözümü bulmam çok kolay oldu.

Çocuklar konuştukları dili bilmiyorlardı. Alıcı dilleri, yani çevreden bizzat özlerine emdikleri dil çok eksikti. En basitinden, atasözlerinin ve deyimlerin o mükemmel anlatım becerisinden yoksun büyüyordu çocuklar. Bu elzem durumun en baştaki sorumlusu dil yozlaşmasıydı. Geriye kalan boşlukları teknoloji ve “özenme duygusu” yeterince dolduruyordu. Temel becerilerini anlatmak için yararlandıkları dillerini tanımadan bir ömrün sonuna doğru ilerliyorlardı. 

Oysa onlarla aynı hisleri yaşamış ataları yıllar önce içinde bulundukları durumları öyle güzel ifade etmişlerdi ki. Mutlulukları, üzüntüleri, öfkeleri, şaşkınlıkları, çaresizlikleri ve daha nice hisleri; bambaşka tatlar ile ağızlardan dökülmüştü. Sadece hislerini anlatmakla dilin sınırlarını sonuna kadar kullanmamış, toplumda gördükleri insanlara da fıtrat yapılarına göre birden fazla kelime yakıştırmışlardı. 

Örneğin biri çok konuştuğunda Anadolu ağızlarında ona “geveze” haricinde “alağız”, “cakcak”, “farfara”, “capcık ağızlı”, “dilli dibek”, “çenesi yelli”, “şakşak”, “çenesi şakırdak”… gibi adlandırmalar yapılmış. Yöreden yöreye söylemler farklılaşmış ancak ifade edici dil çeşitliliğini hep diri tutmuş.

İşte bizim en çok, “geveze” olarak bildiğimiz bu insanlar için çok güzel bir deyim türemiş: “Anasının nikahlandığı tarihten anlatmaya başlamak.” 

Kişi, “sus”, “konuşma” gibi ifadelerin yanına belli kalıplardaki hakaretleri ne kadar koyarsa koysun, bu deyimdeki nükteli ve haklı anlamı yakalayamayacaktır. 

Yine arkadaşlar arasında “arkasından iş çevirmek” anlamına gelen “kişiyi satmak”, “döneklik yapmak” manalarındaki anlamların sahipleri için benzersiz deyimler türemiştir:

“Kurtla güler, kuzuyla ağlar.”, “Hangi tavuğun darısı çoksa onun civciviyim.”, “Ölüyü görür ağlar, davulu görür oynar.”, “Hem kız evinde oynar hem oğlan evinde.”, “Hem camide hem kilisede mum yakmak” vs. 

Yemek düşkünü insanlar için de farklı yörelerde “arfana”, “abırcı”, “tamama”, “madalı” gibi ifadeler kullanılmış. Hatta yemek düşkünlüğü sadece tatlılar için geçerliyse “dadakçı” ifadesi bile dil içinde doğup yaşamıştır. 

Sadece tatlı değil, suyu fazla tüketen insanlar için bile ayrıca bir kelime kullanılmış, kendilerine “aruk” denilmiş. 

Türkçede ifade gücünün zenginliği, resmen insanların bireysel farklılıklarını önemsemiş diyebiliriz. 

Hem sadece kötü yaşantılar ve yemeklerle ilgili değil, insanın içini saran güzel duyguları ifade etmek için de harika ifadeler var Anadolu ağızlarında. Örneğin “aşık olmak” deyimini aşacak keskinlikte bir başka deyim vardır: “Ağın olmak”.

 Ağın, “ağmak” sözcüğünden yararlanılarak oluşmuş ve manası gönül vermek, sevmek demektir. “Ağın olmak” ise, iki insanın çok güçlü hislerle birbirine bağlanması anlamını taşır. Zannederim ki, “aşk” kelimesi ile karşılaştırılabilir ve üstün yönleri hissedilebilir cinstendir. Milli bilince sahip bir şairimiz de bu güzel duyguyu şöyle hissettirir şiirinde:

Bunca güzel sevdik, fakat hiçbiri,
Ağın dedikleri yar gibi değil.
Çok meyva devşirdik bağdan bahçeden,
Onun bağrındaki nar gibi değil.”

Aşk ile aynı anlama gelen bir diğer kelime ise “yangı”dır. Kastamonu dolaylarında kullanılıyor olup “yan-“ fiilinden geliyor kendisi. Yine aşık olan kimse için “yangılı” ve kişilerin ağın olması “yangına kalmak” deyimi ile ifade ediliyor. Ağın olmak dedik, yoksa kendi özümüze alışmaya mı başladık ne? 

Benim aynı konu için burada yazmak istediğim bir deyim daha var. “İçi ölmek”. Birinden çok hoşlanmak, birini çok beğenmek anlamlarında kullanılıyor. İnsan, geri çekilip tabloya şöyle bir bakınca “sevmek” ya da “sevgi” de ne derin hislermiş, diyor. 

Sevginin temelinden ilerlersek, “arkadaş canlısı” kişileri ifade etmek için “cavrak”, “âşık ve sevdalı kişiler” için “algın”, “kafa dengi kimseler” için, “acar” dendiğini görürüz. Bir de insanlardan kendini soyutlayan ve iletişimden hoşlanmayanlar vardır ki bu durumdaki kişiler “ügi” olarak nitelendirilir.  

Dışavurumun temsilcisi olan birkaç duygudan daha bahsedelim o halde. 

Bir şeyi çok istemek için “hadi hadi” yerine “gözünün yağını yiyeyim” deyimi daha çok istek barındırır içinde. Bu istek seviyesinin bir aşağı basamağında belki de “gözünü seveyim”, “Kurban olayım” deyimleri vardır. 

Birine çok sinirlenince, deyim yerindeyse “cin atına binilince” insanlar doğrudan “sözel” ya da “eylemsel” olarak yine belli kalıplarda girişimlere başvururlar. Eylemlerde tekmeler, tokatlar, yumruklar konuşur; biliriz. Allah kimseyi o aşamaya getirmesin tabii ancak bazen sözcükler ile de yaraladığımız olur kişileri. Örneğin “Dar sokaklarda bol bıçaklara rastlayasıca!”, “Güneşli havada yıldırım çarpsın”, “Her parçan bir kurdun ağzında kalsın.” gibi deyimler tam olarak “kavgada bile söylenmeyecek sözler” kategorisine girer. Benim okuduğum kargışlar arasında en ürkütücü bulduğum ise, “Ayakta dururken etlerini yerde gör!” ifadesidir.

Türkçede bulunan ve Anadolu ağızlarında kullanılan bu deyimler, her ne kadar acımasız gibi görünse de aynı toplum; ölen kişinin yakınına “Allah elinizden aldı, bari acısını da kalbinizden alsın.” diyecek kadar yufka yüreklidir. 

Çok bilinir ancak anlamının derinliği unutulmaya yüz tutmuş olan “Tuttuğun altın olsun” ifadesi” derin bir düşünüş zihninin duasıdır. 

Yine “Benden önce ölme, ben senden önce öleyim, sen uzun yaşa.” anlamlarında “Tabutumun altına giresen” ifadesi, kişinin bir başkasını kendi canından bile daha çok sevmesini anlatır. 

Aslında tüm bu söyleyişlerin özünde, Türkçenin anlatım olanaklarının gücü vardır. Ölçünlü dilde hepsi yer almasa da Anadolu ağızlarında bir hayvanın, bir bitkinin ya da belli özellikte bir insanın karşılandığı birden fazla sözcük hep bulunur. Çünkü içine doğduğumuz bu dil, gerek türetme gerek aktarma becerisiyle eşi benzeri görülmemiş bir kabiliyete sahiptir. 

Örneğin kaplumbağa için “şahna”, yengeç için “ilengeç” ve “çağanaz”, uğur böceği için “cemlekeböceği” ve “babavura” ifadeleri kullanılmıştır.

Bazen aynı hayvanın irisini ve büyüğünü anlatmak için bile farklı kelimeler türetilmiştir. Farenin dahi irisi, küçüğünden ayrılıp “palgan” olarak isimlendirilmiştir. 

Yine aynı şekilde bazı meyvelerin olgunlaşma durumuna göre ifade edilişinde ayrım gözetilmiştir. Fazla olgunlaşmış kayısılar için “malız” kullanılmasına karar verilmiştir örneğin.

Bir meyvenin dahi ağaçta beklediği süreye göre isimlendirmeler yapan bu dil, bir insanın bu dünyada içini haykırması esnasında sürekli aynı kalıpları kullanmasına müsaade eder mi? Hele ki bu ifade ediş örfe, geleneğe ve öze aykırı ise?

Öte yandan, bu dilde öyle sözcükler vardır ki, belki bir insanın gülümseyişinden daha fazla mutluluk barındırır içinde. Veyahut bazı kelimeler acıyı ve gözyaşını harflerine bir sarmaşık gibi tırnaklarıyla öyle sarar ki, akan damlaların içinden acı dumanların kokusunu alırsınız. 

İçinde düşmanla savaşmış tarihin ayak seslerini duyarsınız, bir anne şefkatine sarılırsınız. Zalime bir kelimeyle ümitsizliği aşılarsınız, saygıyı da tabiattaki en ağır taşların altında görürsünüz. Hisler belki tüm cihan için eşit uyaranlar gönderir beyine ancak Türkçeyi konuşanların ağınları, üzüntüleri ve hatta öfkeleri bile hislerin tanımlarından daha ötedir. Bunun en büyük kanıtı, edebiyatın gürül gürül akan berrak sularındadır. 

“Dünyanın en uzun hüznü yağıyor
Yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne” diyor Erdem Beyazıt hüznün sıvılara bürünüp hepimizi ıslatabileceğini anlatırken.

Başka hangi dilde “seviyor olmak”, ateşin görevini üstlenip ısıtmıştır sevenleri? Atilla İlhan’a nasip olmuş tabii bu söyleyiş:

“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.”

Türkçe, kimi zaman öfke gibi bir duyguyu bile bağrımıza basmayı öğretir bize:

“Acının bağrından
mavi bir çelik gibi fışkıran öfke
dünyayı değiştirecektir mutlaka
Yeni hayat kendini yeniden yaratacaktır
ona sahip çıkan ellerde
ve bu yüzden öfke
sevda gibidir kimilerinde” 

Yine vatan, millet ve bayrak için yazılmış eserler Yahya Kemal’in deyimiyle “Türkçe, anamın ak sütü gibi helaldir.” söyleyişinin hakkını vermiştir. 

“Sen vatanımsın, ekmeğimsin
Duyduğum, bildiğim zafersin yıllarca… “ derken Turgut Uyar, kutsal bildiğimiz iki ögeyi koyar yan yana. Yalındır, vazgeçilmezdir, kıymetlidir vatan onun için, tıpkı Türkçe gibi.

Bir bayrak, bunca güzel betimleme ve benzetmeye başka hangi dilin koşullarında varmıştır?

“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.”

Şiir, anlatımın büyülü ve özlü bir yolu olduğundan örnekleri bu tür üzerinden verme gereği duydum. Ancak diğer yazınsal türlerden alıntılanabilecek çoğu cümlelerde anlatımın gücü yine eşsizdir. 

Başka hangi dilde “açlığa doymak” deyimini görebilirsiniz sahi? Çok fazla acıkmak anlamındaki bir ifade ediş iki zıt kelimenin birleşimi ile nerede buluşmuştur? 

İşte benim yanımdan geçip gittiğim o çocuklar, bu dili bilmiyorlar. Henüz bu dilin gücünün farkında değiller. Yapabileceklerinin sınırsızlığı ile tanışmadılar. Hislerini yüzlerce çeşitle aktarabileceklerinden ve asıl o zaman bu hisleri tam anlamıyla yaşayabileceklerinden habersizler. Bilseler ve haberdar olsalar, kalıplara ve küfürlere sığınmazlardı. Karşısındaki kişiyi ne olursa olsun “bel altından vurarak” yaralamaya ve yine maalesef sevincini de aynı yoldan göstermeye çalışmazlardı. 

İnsanlar, içine doğdukları toplumun dilini istemsiz olarak öğrenir ve benimser. Hayatını aynı dizim ile geçirir ve hayata dair tüm ihtiyaçlarını yine aynı dil ile karşılarlar. Ancak tüm bu kabulleniş, istekli ve hevesli olmadığında yaşantıya tam anlamıyla sirayet etmez. 

Bu yüzden bir insanın dilinin inceliklerini bilmek, o dili ana dili gibi bilmek ile aynı manada değildir. İnsan olmanın kusurundan olacak, birçok kez burada yer alan ifade edişleri unuturuz, yerinde ve zamanında aklımıza gelmez ya da tamamen beynin bulanık köşelerine gömeriz. Ancak bir kez olsun duymak ve varlığından haberdar olmak, kişiyi hem diline saygı duyması gerektiğine hem de kendini anlatma becerisinin özgürlüğüne inandırır. Çocuk, türetebileceğini ve üretebileceğini bilir. Kelimelerle şakıyacağını, kelimeler ile etkileyeceğini, derman bulacağını, içini bir çamaşır gibi dışa çevirebileceğini ve hatta fikirlerin kavgacısı olabileceğini bilir.

Diliyle dillenen nice güzel tohumlara…

 

*Bay: Zengin, zengin kişi, varlıklı.

Kaynak:

Aksan, Doğan, Türkçeye Yansıyan Türk Kültürü

Aksan, Doğan, Türkçenin Zenginlikleri, İncelikleri

Aksan Doğan, Türkçenin Gücü

Derleme Sözlüğü, Hazırlayan: TDK

 

Bir yorum

  • Zeynep Ay

    Benim de hayatta en çok muzdarip olduğum ve üzüldüğüm konulardan bir tanesi bu,, bu tarz konuşmalar o kadar yaygın hale gelmeye başladı ki yeni konuşmaya başlamış bir çocuğun bile dedesinden , babasından duyduğu bu tarz kelimeleri söylemeye çalışırken buldum kendimi,, biz gerçekten işin kolayına kaçıyoruz, okuyup değerlerimize sahip çıkmak yerine belkide böylesi daha kolay geliyor insanlara,, acı tarafı ise asla pişman değiller hallerinden gayet memnunlar ,, benim inancım tam sizin gibi öğretmenler ve kişiler olduktan sonra düzeleceğine çevremizin, hepimizin,,
    Kalemine sağlık Betül öğretmenim ,,❤

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir