Betül Odabaş,  Öykü

ÇOCUK

Şermin’in sobanın üzerine  koyduğu güğümden çıkan buharlar, tavana doğru yol alırken birbirlerine yumularak yükseliyorlardı. Demliğin içindeki rengini salmış ıhlamurun çiçek kokusu, odanın dört köşesine dallanıp budaklanmıştı ve dökük duvarları bahar esintisine boyuyordu. Kahvaltı sofrasından yeni kalkmışlardı. Masada yarım bırakılan ekmekler, belli ki yenilmeye kıyılamamış son parça domates, kenarına reçel dokunmuş ufak peynir parçası ve yumurtanın soğumuş beyaz kısmı çöp kutusunun kollarına bırakmıştı kendini. Şermin’in ince bilekleri, tabakları belki kaçıncı kez köpüklüyordu. Üzerindeki kılı anımsatan çizgileri daha iyi görebilmek için güneşe doğru tutuyordu. Burkulan dudağının memnuniyetsiz çizgileri, tabaklarınkilere eşlik edebiliyordu şimdi.

Bu esnada evin erkeği Mahmut; dünden kalan gazetenin çengel bulmacasına göz atıyor, bulduğu kelimeleri unutmamak için kalem ararken uzun parmakları ahtapot gibi kurcalıyordu çekmeceleri. Bir tane tükenmez kalem bulup yerine oturduğunda, kalemin yazmadığını fark ediyor ve söverek fırlatıyordu gazeteyi diğer koltuğa. Mahmut; bozuk, bitmiş, kırılmış hiçbir eşyayı sevmezdi evin içinde. Elinden tamir etmek de gelmezdi zaten. Bir gün Şermin kocasına “süs bitkisisin sen,” demişti.  Zaten gönüllerinin birbirlerine çok bağlı olduğu yoktu. Çünkü her ikisi de birbirini sevmek için defalarca kez neden bulabiliyordu. Ama insan sevmek için neden bulduğunda sahiden onu sevmiş sayılır mıydı?

Mahmut ayağa kalkıp zaten harlı yanan sobaya bir odun daha attı. Otururken izini bıraktığı koltuğuna bir santim bile dışarı çıkmayacak şekilde yeniden oturdu. Şermin’in, seyyar satıcıdan aldığı sütle yaptığı ve içine portakal rendesi kattığı sütlaçtan bir kaşık daha ağzına atacakken tatlıyı olduğu gibi koltuğa döktü. Ağzına girdiğinde zor sığacak lokma, koltukta bir buz dağını andırıyordu.

Mutfaktan salona doğru gelen terlik sesi duyuldu. Şermin’in kırk numara, başparmağı nasırlı ayaklarına geçirdiği tüylü terliklerinin sesiydi bu. Rahatı kaçan süs bitkisi, sabah sabah hiç dırdır çekmek istemediğini düşünürken bir hamlede oturdu buz dağının üzerine.

Şermin, bulaşıktan kızarmış ellerle burnunun ucunu kaşıyarak içeri geldi.

“-Ne yapacaksın bugün?”

Sakin ve hiçbir şey olmamış gibi görünmeye çalışan Mahmut:

“-Hiç, gazete alırım, bizim biladere uğrarım oradan belki kahvede iki üç el batak atarım.”

“-Tabi canım, ne soruyorsam sen gibi adama böyle soruyu! Dünün bugünden ne zaman farklı oldu ki sanki!”

“-Niye öyle dedin? Dün camiiye namaza gittim ya…”

“-Gittiysen gittin, bana mı kıldın namazı?”

“-Hey Allah, dünyayı sersem memnun edemem bu kadını. Gidiyorum ben Şermin!”

“-Git, geç kalma. Dönüşte de Cafer Kasaptan yarım kilo kıyma al. İçine kuyruk yağı koydurmayı unutma, köftenin tadı tuzu olmuyor sonra.”

Mahmut, solgun bakışlı, sönük umutlu ve sarkık omuzlarıyla onayladı. “Peki,” dedi.

Şermin hiç çıkmadığı, sanki orduyu doyuruyormuş gibi harıl harıl çalıştığı mutfağına döndü. Adam az sonra paltosunu giyip, cebindeki iki yüz lirayı ay sonuna yetiştirmek için kadına yakalanmadan kaçarcasına çıktı evden.

Salonun boşalmasını fırsat bilen küçük oğlan, kucağında bir yığın demir araba ile yalınayak daldı içeri. Halının üzerindeki ince uzun çizgileri otoban bellemişti kendine. Kırmızı çiçeklerin olduğu halının orta kısmı, kırmızı ışıklardı. Öndeki arabalar ışıklarda otuz saniye beklerken arkadaki arabalar yoldaki başka kırmızı ışıklara takılmadan yeni yollar bulmak zorundaydı. Eğer otuz saniye içinde kırmızı ışıkları atlatıp yolun diğer ucuna geçebilirse oyunu kazanıyordu. Çoğu zaman kırmızı ışıkları, Şermin’in ucu düz olan tahta kaşığıyla yaptığı rampadan uçurarak geçirmeye çalışıyordu. En sevdiği arabasını böyle kırıp içli içli ağlamıştı gecelerce. Aşağıda oturan Muhteşem Teyze de seslere ürküyor; sinirini, tüyleri tüm evi örten kedisini okşayarak gidermeye çalışıyordu. En sonunda dayanamayıp oklavayla vuruyordu salonunun tavanına. Çocuk yerde otururken dayak yemiş gibi hissediyordu.

Ve işte kahverengi Volkswagen araba kırmızı ışığa gelmişti. Sarı arabayı düz çizginin üzerinde sürmeye başladı. İlk kırmızı ışığın olduğu yola gelmeden, hızlıca tahta kaşığın altına başka bir arabayı yerleştirerek rampayı oluşturdu. Hızlıca arabayı geri çekip rampadan ilerleyişini izledi. Olamaz! Çok fazla geriye çekmişti. Araba halıdan daha ileriye, sobanın duvarına çarpıp parçalandı. İçinde sırlarını ortak etmiş bir dostu kaybetmenin hüznü vardı. Etrafa saçılan parçalara gözyaşlarına karışan vedalarla bakıyordu.  Bakışlarında büyümüş “gitmeler” küçük yüreğine ağır gelmişti. Artık sarı arabası halının üzerinde göz kırpamayacaktı.

İçeriye bir hışımla Şermin girdi. “Ne yapıyorsun sen yine, ne bu gürültü?”

-“Arabam gitti.”

Parça pinçik olmuş arabaya bakarken rampayı fark eden ve havaya fırlattığını anlayan Şermin:

-“Oh olmuş niye fırlatıyorsun havaya sen de?”

-“Başka türlü geçemezler ki kırmızı çiçeği.”

-“Halısız yerden geçseydi o da.”

Hıçkırıklar arasında çocuk -“Halısız yerlerde yol yok ki…” dedi.

Şermin çocuğun dünyasını çok karmaşık bulmuştu ve uzatmak istemedi:

-“Neyse diğerleriyle oynarsın,” dedikten sonra gözü koltuğun üzerindeki buzdağına ilişti. Kire, pise, hatta kocasının neredeyse kelleşmiş kafasından dökülen kısacık tüylere bile katlanamayan kadın koltuğa yaklaştı. İşaret parmağıyla buz dağını göstererek:

“Nasıl becerdin bunu buraya dökmeyi!”

Çocuk mahzun sesine karışan büzülmüş dudaklarıyla -“Ben dökmedim ki…” dedi.

-“Yüz kez demedim mi masada ye yemeğini diye!”

Artık boynu tamamen eğilen çocuk:

-“Ben yemedim ki…”

“-Sen yemediysen mezardan babam mı kalkıp yedi?”

Eğilmiş boynunu hızlıca kaldırıp heyecanla “Ölüler geri gelebiliyor mu gerçekten?” dedi çocuk.

Şermin çocuğu duyduğunda demin yoğurduğu ekmek hamurunu, boğazında oturmuş hisseti.

“Hayır gelmez. Çabuk banyodan mavi bezi getir gel. Acele et, biraz da ıslat bezi çeşmede.”

Çocuk arkaya doğru koşmaya başladı. Çünkü eğer acele etmezse Şermin canavara dönüşebilir, onu da çamaşır suyuyla kemikleri görünene kadar yıkayabilirdi. Mavi bezi parmak uçlarıyla tırmandığı lavaboda beceriksizce ıslattı. Sonra tekrar koşmak için arkasını döndü.

Birden duvarlardan çatırtı sesleri gelmeye başladı. Yer sallanıyordu. Sanki yazın dayısıyla birlikte gittikleri denizde dalgalarla savaşır gibi savruluyordu çocuk. Tavandan tozlar inmeye başladı. Dış kapının yanında duran portmantodan ayakkabılar dökülüyordu. Daha bir kez giydiği ayakkabıları tozun altında görünmez olmuştu. Yerin altındaki canavar çıngıraklı oyuncağı sallar gibi sallıyordu evi. Korkudan titriyordu. Kalbinin hızına, eş değer büyüyen gözbebekleri ve her saniye hızlanan nefesi eşlik ediyordu. Tüm çocukların korku anında sığındıkları limanın ismini haykırdı. “Anne!” diye bağırdı. Sanki Şermin’in bir ara ona doğru gelmeye çalıştığını görür gibi oldu ama bir saniye kadar belli belirsizdi. ,

Sonra her şey siyaha büründü. Allah elektrikleri kesmiş diye düşündü çocuk.

Gözünü açtığında kendini bir duvara yaslanmış yatıyor halde buldu. Tam tepesinde Mahmut’un dededen kalma eserleri koyduğu kitaplık vardı. Tüm kitaplar dökülmüş, eski oldukları için çoğunun kapakları yırtılmıştı. Yer, yaslandığı duvar ve kütüphane, öğretmeninin okulda matematik dersinde öğrettiği üçgenin aynısıydı. Ayaklarını oynatabilecek kadar alanı vardı. Elindeki  mavi bezi hala sımsıkı tutuyordu. Ağlamaya başladı.

Bezi getiremedim zaten koltuğa da ben dökmedim burası karanlık toz kaçıyor burnuma hapşırabilirim kim bana çok yaşa diyecek elimdeki beze burnumu silemem kirlenir koltuğu silemezsin Allah neden ışıkları açmıyor burası hala bizim evimiz mi evimizi kim salladı babam neden canavarı durdurmadı oyuncağımı tamir ettirebilir miyiz kolum acıyor kan mı o anne kolum kanıyor bezle silebilir miyim tuvaletten yenisini alırım korkuyorum anne neredesin canım acıyor

Çocuk gözyaşlarının arkasındaki uçsuz bucaksız deniz kuruyana kadar ağlamaya devam etti. Bir yandan akan burnunu koluyla siliyordu. Şermin bunu görseydi çok kızardı. Çünkü canavarlar herkesin temiz ve tertipli olmasını isterdi. “Sakın arkanda iz bırakma, kıyafetlerini temiz tut. Durmadan çamaşır mı yıkayacağız? Yemeğini masada ye, yerlerde veya koltukta tek bir leke görmeyeyim. Burnun akarsa git yıka, peçete israf etme,” demişti Şermin. Bu eve geldiğinde, ona ilk olarak bu kurallar öğretilmişti.

Oysa bundan bir yıl önce ne kadar da mutlu bir çocuktu. İki katlı, mum ışığı rengindeki duvarlarına, gül fidanlarının dolandığı bir evde yaşıyordu. Bahçelerindeki oyulmuş odunlara dikilen çiçekler, daha derinden soluk almaya heveslendiriyordu. Kendine ait bir odası bile vardı. Annesi çiçekli, kalın perdeler takmış; divanın örtüsünü serdiği kilime uydurmuştu.  Çocuk çiçekleri sevmemişti ama itiraz da etmemişti. Babası marangozdan aldığı tahtalardan ona küçük bir masa bile yapmıştı. Pencerenin önüne oturup ders yapmaya başladığında kendini makam sahibi gibi hissediyor; omuzları geride, kalemi dik bir şekilde tutup çalışıyordu. Her çözdüğü soruyu, verdiği bir emrin altına attığı imza gibi hayal ediyordu. Babası oturduğu köyün öğretmeniydi ve o da babasıyla aynı okula gidiyordu. Okulda onu tanımayan yoktu. Tüm arkadaşları ismiyle hitap ediyor, oyunlarına ilk önce hep onu çağırıyorlardı. Öğretmenler odasına rahatça girebiliyor, babasından çikolata almak için teneffüste para isteyebiliyordu. Düştüğünde en yakın arkadaşı Fuat’tan bile önce babası geliyordu yanına. Son ders zili çalıp eve gitme vakti geldiğinde taşlı yollarda yürürken havada uçan kırlangıçlar eşlik ediyordu onlara.

Eve geldiklerinde annesi yüreğini açar gibi kapıyı aralıyordu. Bembeyaz masa örtüsünün sabun kokusu, pişirdiği lezzetli yemeklerin kokusunun önüne geçiyor, adeta “hoş geldiniz,” diyordu. Babası bahçeden kopardığı gülü, annesinin kahverengi ince telli gür saçlarının arasına yerleştiriyordu. Tombul yanaklı annesinin utanınca ortaya çıkan çilleri, goncalarında yayılmaya başlayan kırmızılığa eşlik ediyordu. Anne baba ve çocuk, kulaklarına kadar gülümsemenin yaydığı sıcaklığı hissediyordu.

Bir gün, bir bayram sabahı yola çıktılar. Üç ay boyunca biriktirdikleri parayla İstanbul’a gidecek, oradaki eş dost akrabayı ziyaret ettikten sonra adımlarını bilinmeyen sokakların kaldırımlarına atacaklardı. Herkesin bir çanta kadar eşyası vardı bagajda. Arabada babasının en sevdiği türkü çalıyordu:

“Han sarhoş hancı sarhoş,

Yolda yabancı sarhoş.

El çek tabip kalbimden,

İçindeki sancı sarhoş…”

Çocuk uyumak üzereydi. Annesi üzerine giydiği krem renk hırkasını çıkarıp oğlunun üzerini örttü. Kırılgan bir çiçeğin başını doğrultur gibi parmak uçlarıyla saçlarına dokundu. Çocuk babasının camından gelen rüzgârın uğultusuna eşlik etmeye başlamıştı rüyasında. Onu okşuyor, öpüyor. Yolda koşarken arkasından itip hızlandırsın diye sarılmaya çalışıyordu rüzgâra. Karşı yola geçmek için gaza basan tır şoförü, yan yoldan gelen arabanın duracağını zannetmiş ve ilerlemeye devam etmişti. Ama uykusunu alamayan baba, yanlarda çorak arazilerin bulunduğu yolda uyuyakalmıştı. Uykusunun en tatlı boşluğuna kendini bırakan adam, tırdan gelen korna sesini son anda fark etmişti. Çocuk birden annesinin çığlığı ile uyandı. Ne olduğunu anlamadan arka koltuğun önündeki boşluğa düştü. Uzun bir karanlık, etrafı saran benzin kokusu, omuzlarına baskı yapan bir dargınlık ve kulaklarını çınlatan sessiz bekleyiş… Uyandığında beyaz bir odada, kimsesiz buldu yaralarını.

Çocuk, hastaneden çıktıktan sonra bir polis arabasının içerisinde dünyaya yeni gelmiş gibi bakıyordu camdan dışarı. Ağaçların dalları ne zamandan beri sarılıyordu yapraklarına? Gökyüzü siyahtı en son, ne ara deniz taşındı yukarıya? Sadece kırlangıçlar yaşardı dünyada, başka gezegenlerden kuşlar ne zaman geldi? Baba sürerdi arabayı, önde oturan da kim öyle? İstanbul tabelasını gördüğünde gideceği yere yaklaşmış olduğunu hissetti ama son durağın neresi olduğunu kendisi de bilmiyordu.

Eyüp Sultan’ın yokuşlu yollarını biraz geçtikten sonra, dar sokaklı bir yola girdiler. Düzensiz çekilmiş arabaların bulunduğu sokağa vardılar. Sanki durdukları bu sokak üzerine eğilmiş devasa canavarlar tarafından gölgeleniyordu. Çocuk, canavarların çığlıklar atacağını zannedip kollarıyla sıkı sıkı kapattı kulaklarını. Korktuğunu anlayan polis memuru onu kucağına alıp “Korkma, amcanın evine geldik dedi,” dedi. Amcasını daha önce hiç görmemiş olan çocuğun tedirginliği hafiflememişti. Minicik bedenine yayılan huzursuzluk, dokunsalar elle tutulabilecek büyüklüğe gelmişti.

Beşinci katı da çıktıktan sonra polis memuru, esmer tombul elleriyle kapıyı çaldı. Kapının süngülerini hızlıca açan Mahmut, beklediği misafirin geldiğini görünce gülümsedi ve çocuğu kucağına aldı. Polis memurlarına teşekkür ettikten sonra kapıyı örttü ve onu içeriye Şermin yengesinin yanına götürdü. Şermin, iki kere düşük yaptıktan sonra bir daha hamile kalamamıştı. Şimdi kendisine Allah tarafından dünyaya getirilmiş, başka bir kadın tarafından büyütülüp hazır bir yemek gibi önüne getirilen çocuğa bakıyordu. Daha yeni öksüz ve yetim kalmış bu çocuğu bağrına basarken, doğumdan sonra içine doyasıya çekemediği bebek kokusunun hasretini silip atamıyordu. Emzirmediği, ilk emeklemesine şahit olamadığı hiç var olmamış bebeğinin yokluğunu, dünyadaki hiçbir duyguyla gideremeyeceğe benziyordu. Daha ilk geldiği günden, bu çocuğu evladı gibi değil de bir abla gibi büyüteceğini biliyordu. Çocuk ise Şermin’in gözlerindeki evlat hasretini doymak bilmez bir canavar gibi hissediyor, ona baktığında sevgiden ziyade korku hissediyordu.

Oysa şimdi grimsi karanlıkların arasında, dili damağı kurumuş “su, su” diye sayıklarken, Şermin yanında olsa hiç fena olmazdı. Burada daha ne kadar bekleyeceğini bilmiyordu. Ama karnı çok acıkmış, sabah son parça ekmeğini masada bıraktığı için pişmanlık duyuyordu. Karnının şişip içeriye doğru girişi yavaşlamıştı. Saç diplerinin içinden çıkan tuzlu sular, boynundan aşağı ilerleyip kirleri yararak yollar yapıyordu. Ayak parmak uçlarında karıncalar yürüdüğünü zannettiğinde bunun bir uyuşukluk olduğunu anlayıp tüm bedenine yayılmasına katlanmak zorunda kaldı.

Gözlerini yavaş yavaş kapamaya başladığında kirpiklerinin arasına karışan güneş, alnını kırıştırdı. Elleriyle gözlerine siper yaptı ve dudağını buruşturdu. Bir ses duydu sonrasında:

“Oğlum…” Çocuk kulaklarına inanamıyordu. Bu ses, her sabah annesinin yatağının başucuna gelip onu uyandırmak için söylediği sözcüğün tonlamasının aynısıydı. Ellerini karnına doğru indirdi.  Şimdi tekrardan kalbi hızlı atmaya başlamıştı. Karşısında annesi, inci bileklik taktığı kolunu uzatarak ona bakıyordu.

“Anne sen gerçek misin?” dedi kehribar rengi gözlerine dağılan hayretle.

“Elbette benim canım, haydi gel uçacağız gökyüzünde.”

Çocuk mesut bir bayram sabahına uyanmış gibi kavradı annesinin elini. Ayağa kalktığında hiçbir yerinde uyuşukluk kalmamış; uzunca bir uykudan sonra yeni bir yola çıkacak olmanın mutluluğunu yaşıyordu.

“Tamam, ama önce Şermin yengeme gidelim. Bezi ona verdiğimde koltuğu benim pisletmediğimi söyleyeceğim…”

 

 

 

 

 

 

3 Yorum

  • DUYGU

    Okurken zaman zaman gerildim, heyecanlandım. Ne olucak şimdi o çocuğa diye yakındım içimden. Hikayenin sonuna gelince ise göz yaşlarımı tutamadım. Ne üzücü..
    Kaleminize sağlık hocam 🌿

  • Bahar

    Eli kalem götürmek, hissettiklerini sözcüklerle karşı tarafa yansıtabilmek önemli bir güçtür.. Bu güce sarılın hocam🌱 Şeker Portakalı tadındaki öykünüzü, Mark Eliyahu eşliğinde okudum.. Çok da beğendim..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir