Betül Odabaş,  Deneme Yazıları

ENGEL BEDENDE DEĞİL RUHTADIR

Engel Türkçede bir işin gerçekleşmesini önleyen neden, bir işi yapılamaz duruma sokan şey veyahut yolunda giden bir şeyin önüne konulan önleyici nesne olarak tanımlanmaktadır. Bu konuyu derinlemesine inceleyecek olursak, yapılan tanımı oldukça yetersiz bulur ve ikiye ayırırım engeli. Birincisi istenmeyerek meydana gelen, kişi de fiziksel, ruhsal, davranışsal vs. anlamda iz bırakan engeller; ikincisi ise kişinin boyunu aşan merdivenler inşa edip ilk basamağında takıldığı engeller. Evet, ilkini herkes biliyor zaten. Bacakların hareket etmemesinden kaynaklanan yürüme engeli, gözlerin görmemesinden kaynaklayan görme engeli ya da kulakların duymamasından kaynaklayan duyma engeli vs. vs. Bunlar engeldir, haklısınız ama bu engellerin hiçbiri ruhun engeli değildir aslında.
Engele sahip insanlar gülebilirler, ağlayabilirler, arkadaş edinebilirler, gezebilirler okuyabilirler tabi ki… Ama ondan önce tekerlekli sandalye ile gezintiye çıkmak isteyen bir kişinin, apartman basamaklarının hemen yanına yapılmış o taş devri mühendisliği ile düşünülmüş yokuşlardan yaralanmadan inmesi, insanların alaycı bakışlarının artık final yapması, sürücülerin arabalarının tekerleklerini kaldırıma çıkarmasından vazgeçmesi, herhangi bir engele sahip olan insanlar için tahsis edilmiş yerleri (asansör, lavabo, yol vs.) kullanmayı bırakmamız, çocuklarımıza engeli olan insanların farklılıklarını anlatıp, bunun çok ince bir konu olduğunu hissettirmemiz gerekir. Bunu yapacak zihniyet, dünya üzerinde engeli olmayan her bireyin bir engelli adayı olduğunu anlamasından geçer. Ancak bir saniye sonrasından emin olamayan insanlar bu hassasiyeti gösterirler.
Ama ben bunlardan da öte ciddi cümlelere atılım yapmak istiyorum. Farklılıklarla ne kadar güzel sonuçlar ortaya çıkacağını kanıtlamak istiyorum. Zaten bu dünyada başarısıyla en çok örnek alınacak kimseler bir engele sahip insanlardır kanımca.
Beethoven sever misiniz? Ona ait olduğunu bilmeseniz bile eminim duymuşsunuzdur ona ait birkaç besteyi. Belki duyabilseydi kendisi de besteleriyle gurur duyabilirdi. O, kulağı duymayı yitirdiğinde bütün notaların çıkarmaya başladığı ritmi beyninin içinde dinledi. Oysa müziğin en büyük düşmanı değil midir sessizlik? Yanılmışız, parmaklarla notalara dokunan da ruhtur, müziği duyan da.
“Beynin sağlam ise vücudunun neresi engelli olursa olsun, başarıyı yakalarsın.” der Stephen W. Hawking. Bunu söylemesinin en büyük sebebi beyni haricinde vücudunun tamamının engele sahip olmasıdır. Birde yaptığı işe gönülden bağlı olması tabi. Arkasını dönebilir, küsebilirdi bedenine. Ama bunu yapsaydı onu bugün şu konuma getiren zekâsını engellemiş olacaktı. Düşünmek isteyen, üretmen isteyen hiç durmadan araştırmak gayesiyle yanıp tutuşan zekâsının ellerini kollarını bağlayacaktı. Yapmadı, özgür bıraktı zihnini ve kazandı.
Frida Kahlo. İsmi bile bir tablodur benim için. Acısını sanatına akıtan, yüreğindeki ateşin resmini yapan kadın. O da susmayı seçebilirdi. Bütün gün gözlerini avizesinin tavanına yansıttığı gölgeleri izleyerek geçirebilirdi. Düşünürdü belki o sıra. Sürekli kendine sorular sorup anlamsız bir girdabın içinde eziyet çekebilirdi. Ve bence bu hayatında kendini hiç keşfetmeye çalışmamış, yeteneklerine fırsat vermemiş bir insanın durumu olarak tanımlanırdı lügatta. Ama o kuş uçurur gibi uçurdu ruhundaki bütün engelleri avcunun içinden. İşte budur engelsizlik!
Çok uzaklardan bahsediyorsun diyorsanız eğer “gönlüm hep seni arıyor” deyip yüreğiyle gören bir Âşık Veysel bilirim. Gözlerine çekilen siyah perdeyle hiçbir alakası yoktu telleri titreten parmaklarının. Aksine sesinin nağmesiyle gönülden gönüle bağ kurarak bizim yüreğimizi titretmedi mi? Engel koymadı içerde ateşi çakılıp da iki dudağın arasından çıkan yanık sesine.
Okumaktan gözlerinin görme yetisini yitiren Cemil Meriç öğretmiştir bize azmin ve öğrenme arzusunun ne demek olduğunu.
Savaşta yaralanıp topal kalmasına rağmen Asya’yı istila edecek kadar başarılı olan Timurlenk Ankara savaşından sonra Yıldırım Beyazıt’ı esir alarak Osmanlı İmparatorluğunu sarsacak kadar ün yapmıştır.
Louis Braille de diğer görme engeli olan insanlar gibi, göremiyordu. Ama o kabartma harflerden oluşan Braille alfabesini keşfetti ve diğer görme engelli insanlara da ışık oldu. Hatta aydınlatmakla kalmayıp umut oldu keşfiyle. Görme duyusunun olmadığı insanlara kitapları sevdirdi.
Edison’u da ilk zamanlarımızdan beri ampulü bulan adam olarak biliriz. Onun da işitme engeli vardır ve bu durumun onu bilime yönlendirdiğini söyler yakın arkadaşları. Yaklaşık 2000 deneyinden sonra bile “Ben başarısızlığa uğramadım, 2000 tane tecrübem oldu.” der kendisi. Ve 2500. deneyine yaklaştığında hedeflediği başarısına ulaşır.
Bu kişilerin ortak özelliği ise hiçbirinin kendine engel olmamasıydı. Herhangi birisi kendi karşısına geçip de çatmadı kaşlarını, “dur durduğun yerde!” demedi. Bacağının uzunluğuna göre merdivenler inşa etti ve yavaş yavaş tırmandı başarı basamaklarını. Ruhuna baktı ve keşfetti kendini. “Neler yapabiliyorum, nelere ulaşabiliyorum?” diye hep bir arayış içindeydiler. Yılmadılar ve vazgeçmediler.
Zaten benim lügatımda “engelli” yoktur, “engellenen” vardır. Herkes doğuştan farklı bir beceriyle dünyaya gelir. Ve yine herkesin uzmanlaşabileceği, alanının en iyisi olabileceği, bir taraf vardır. Ama bunun yanında maalesef düşünceleri, sözleri, hareketleri ile engelleyen kesimler de vardır. Mesela çocuğuna göstermek için sağ elinin işaret parmağını havaya kaldırıp “bak sen de bana karşı gelirsen böyle olur.” diyen bilinçsiz anne-babalar vardır. Taksiye binmek isteyen tekerlekli sandalyeli bir vatandaşı oflayıp puflayıp taksisine zorla alan şoförler vardır. İnsanların ezilmeme mücadelesi sarf ederken, görme engeli olan bir vatandaşın hiç binme şansı olmadığını bildiği yeraltı treni, otobüs, tren durakları vardır. Yardım etme gayesiyle samimiyetsiz konuşmalarla acıdığını anlatmaya çalışan düşünce engelli insanlar vardır.
İnsan ne kadar güçlü olursa olsun, yorulabilir bir süreden sonra. Bunların hiçbirini yaşamak veya duymak istemeyebilir. Zaten istememekten ziyade böyle bir zorunluluğu da yoktur kimsenin. Burada bizim üzerimize düşen tek görev onlarda bıkkınlık hissi yaratacak şeyleri yaşatmamak ve söylememektir. Ayrıca insanları farklılıkları yüzünden ötekileştirmemeliyiz. Evet, farklılıkları dolaysı ile toplum içinde yapmamız gereken sorumluluklarımız olabilir ama ne isek o olmalıyız onların yanında. Gözlerinizi kapatıp bir dakika boyunca etrafınızda size narkozlu muamelesi yapıp çevrenizde dört dönen, yaşadığınız zorluklar karşısında sesini tiz bir hale sokup “ayy yazık” cümlesini kuran insanları düşünün. Hoş olmadı değil mi? Onların da hoşuna gitmiyor zaten. Kaldırıp atın iletişimde ki bu engelleri.
Christy Brown’un Sol Ayağım adlı bir kitabı vardır. Kendi hayatını anlatan otobiyografik bir romandır ve bütün kitabı vücudunda tek hareket ettirebildiği yeri olan sol ayağı ile yazmıştır. O kitabı okursanız eğer oğlunun önünde ki tüm engelleri kaldırıp fırlatıp atan bir annenin zaferini görürsünüz. Ve engel kaldırmanın başlıca en başarılı bir örneğidir bu roman.
Diğer bir konu herhangi bir engeli olan bireyin hissedebilme yeteneğidir. Görme engelli bir kızın kendini anlattığı bir yazısını okumuştum. O kadar etkilenmiştim ki birkaç gün gitmemişti aklımdan kelimeleri. “Işığı bulmuşlar, teşekkür bile edemedim bulanlara.” demişti. Öyle güzel hissetmişti ki renkleri, kırmızıya aşk, bayrak, şehit kanı; maviye dost, dertleri alıp götüren renk hissiyatıyla bakmış. Sonra “Maviyi görmedim ama sesini duydum. Gerçekten de alıp götürdü beni uzaklara. Derdimi hüznümü ıssız adalara koyup geldik. Siz gökyüzüne baktınız. Bulutları gördünüz. Bense gökyüzünde gezdim adeta. Bulutların üzerinde dans ettim. Bulutlara dokundum.” demişti. Kendi görebilme becerimi tarttım, ben bile onun kadar göremiyormuşum aslında. İşte bu acınacak hal değil, anlanılacak vaziyettir esasında.
Bu örnek gibi daha nice örnek verilebilir. Yoksa sessizlik içinde yaşayan Beethoven’ın dünyanın en güzel bestelerini bestelemiş olmasının nedeni ne ile açıklanabilir? Ya da geçenlerde konu olmuştu haberlere Eşref Armağan. Tamamen görme engeli olmasına rağmen mükemmel resimler yapıyor. Ne kadar mükemmel olduğunu Discovery Channel’a konu olup belgeselini yapmalarından da anlayabilirsiniz. Dünya da haberlere konu olmayan nice Eşref Armağanlar vardır sokak aralarında, kim bilir.
Engel bedende değil o vakit, ruhtadır. Belki dört duvarlı, iki pencereli evlerde nice umutlar doğuyordur yarına. Belki de doğamıyordur, fırsatsızlıktan. Ellerinden tutup, yol gösterecek bir rehbere ihtiyaçları vardır. Nerden bilebiliriz, belki adını tarihe yazdıracak bir kahraman, bir sanatçı ya da örnek şahsiyetler olacaktır milletine. Bu durumda “Şans vermeliyiz.” cümlesinden daha çok “Hak tanımalıyız.” cümlesi yakışır bu paragrafa. Evde oturup, toplumdan bağımsızca hayat sürmelerini dilemek ve bu görüşü savunmak kimsenin haddi değil. Çünkü bahsettiğimiz kimseler üçüncü sınıf bir insan, yaşadığımız dönemde Avrupa’nın Orta Çağı değil.
Ses olun, konuşamayana ya da kulak olun işitemeyene. Bir adımı atan ayak, tepsinin bir tarafından tutan kol da siz olun. Engelleri engelleyin nazarımca. Engel koymaya çalışana kalkan olun.
Ve inanın bunu yapmak için zengin, güzel ya da eğitimli olmanız şart değil. “İnsan olabilmek” tek şart. İnsan olmanın kişiye verdiği sorumlulukları yerine getirmelisiniz. Kulaklarınızın duyuyor olması, gözlerinizin görüyor olması ya da herhangi bir engele sahip olamayışınız bir şükür sebebi olmakla birlikte üstünlük değildir. Sırtlandığınız sorumluluk ve vazifelerinizin bir parçasıdır. Yapmanız gereken tek şey ise yol göstermek ve bir yandan ışık tutmaktır onlara. Emin olun onlar adımlarını Everest’e tırmanır gibi sağlam, kırmızı halıda yürür gibi endamlı atacaklardır.
Onları dostlarımız yapmalı, arada sırada sıkıntılarını dinleyecek ya da sadece özel günlerde hatırlayarak halini hatırını soracak konumlara koymamalıyız. Engelli bir çocuğa “evet arkadaşlarım okulun içinde benimle konuşuyor yardım da ediyorlar ama dışarda bir şey yapacakları zaman beni hiç çağırmıyorlar.” cümlesini kurdurmayacak kadar davetkâr olmalıyız. Hatta “Can Dostum” filminde ki adamın tekerlekli sandalyeye bağımlı olan dostuna dünyayı gezdirmesi kadar davetkâr… Böyle filmler keşke film olmaktan çıkıp realiteye dönüşse diyor insan. Demem o ki iletişimimiz de engelsiz olmalı. Samimi, doğal ve sürekli.
Bir başka dünyaları vardır hepsinin. Özellikle zihinsel engele sahip olan bireylerde hemen fark edersiniz bunu. Bedeninde ki eksikliklere rağmen gözlerinin içinde ki pırıltılar, yüzlerinde ki gülümsemeler hiç eksik olmaz. Çünkü eksik kalan bütün her şeyi sevgiyle doldurmuş taşırmışlardır. Muhabbetleri bir başkadır. Onlarla oturduğunuzda kısa bir süre sizi de içinde doğurduğu, büyüttüğü ve yaşattığı dünyaya konuk ederler. İşte siz o dünyanın kapılarını araladığınızda, içlerini gördüğünüz gün anne karnından doğdukları ilk gün ki gibi tertemiz olduklarını anlayacaksınız. O kadar masumlar ki, kötülük kelimesinin ne demek olduğunu dahi bilmiyorlar. Niçin bu kadar masum ve temiz kişiliklere sahip insanları hapsedelim evlerde? Niçin toplumun içinde bir birey olamasınlar? Anne babaların da evlatlarından utanmaları için ne sebep olabilir? Hiçbir ama hiçbir sebep olamaz.
Farklılıklarımız bizi biz yapar dostlar. Eğer herkesin mutlu olmasından yanaysak bir taraf kendi ruhunu keşfedecek cesarete bürünmeli, bir taraf da ışık tutacak feneri doğrultmalı. Sonuçta engeli koyan da biziz ve yine engeli kaldıracak olan da biziz. Her şey bizim bileğimizde başlayıp bizim bileğimizde bitiyor.
O zaman hem engelleri kaldırmak, hem de Beethoven’lar, Stephen W. Hawking’ler, Frida Kahlo’lar, Edison’lar, Âşık Veysel’ler, Louis Braille’ler gibi örnek şahsiyetleri yetiştirmek ve tarihe kazımak için kaldırın bilekleri!

İnstagram: gulbesekeer

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir