Betül Odabaş,  Öykü,  Yazarlar

REST IN PEACE “TÜRKÇE”

 

“İki dil bilen iki insan eder ama kendi dilini bilmeyen eksi yüz insan eder.”

Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu

 

Aşağıda okuyacağınız tüm diyalogların hepsi İngilizce ile söylenip yazılmıştır, yazar sizin için Türkçeye tercüme etmiştir.

 

Öğretmen, öğrencilerine kitaplarını açmasını söyledikten sonra, bir süre pencereden dışarıya baktı. Uçan kuşları seyretti, gökyüzünün mavi kalabildiğine şükretti ve dumanlı gözleriyle bakışlarını çocuklara doğrulttu.

“Bugün ilk dersimiz, bilirsiniz, tarih çok uzundur ve… Ve her şeyin en başından başlamazsak olaylar karışabilir. Bu yüzden size tarihimizin bittiği ama aynı zamanda yeniden başladığı o günü anlatarak derse başlamak istiyorum.”

Arka sıralarda ağzındaki sakızı henüz yeni terlemeye başlamış bıyıklarına yapıştıra yapıştıra patlatan bir öğrencinin “pof”laması duyuldu. “Başlıyoruz yine aynı masala!”

Öğretmen kızmadı, “Doğru söylüyorsun, bu senin suçun değil, ama bir kez de benden dinleyin istiyorum,” dedi.

Daha sonra içinden “Zaten başka anlatacak ne var ki” diye geçirdi.

Yutkundu öğretmen, boğazında kalan son tereddütü de midesine indirmişti.

“3o yıl önceydi. Hiçbiriniz Dünya’ya gelmemiştiniz. Aylardan marttı, günlerden perşembe. Hepimiz sıradan bir sabaha uyandığımızı sanıyorduk. Herhalde herkes, uyanır uyanmaz tuvalete gitmiş ve elini yüzünü yıkamıştır. Belki de odaya geri dönüp yatağını kapatmıştır. O gün, kimseyle karşılaşmayan ya da daha geç karşılaşan herkes diğerlerinden daha şanslıydı.

Ben, ilk sevgili eşime “günaydın” demeye çalıştım Türkçe ile. Oysa bir türlü olmuyordu, ağzımdan her defasında “good morning!” çıkıyordu. Birkaç defa denedim, saçma sapan bir şekilde ağzıma dokundum. Kendimi tokatladım, bir rüyada olabileceğimi düşündüm. Eşim “Neyin var?” dedi bana. O da İngilizce konuşuyordu. Sonra kendi de hayret etti. Dehşete düştü. Aramızda belki iki metre bir uzaklık vardı ancak renginin birden sarıya döndüğünü çok net görebiliyordum. Benim gibi birkaç kez daha denedi o da, yapamadı ama. Sanki birlikte uyumamış da birbirimizi ilk defa görüyormuş gibi boş gözlerle baktık ikimiz de.”

Ön sıralarda bir öğrencinin kafası, çenesini yasladığı bileğinden düşmüştü. Uykudan uyanır gibi sallanıp kendine geldi.

“Birbirimize başka şeyler söylemeye çalıştık ama bütün kelimeler istemsizce İngilizce olarak çıkıyordu. Türkçe demek istediğimizde bile “Turkish” diyorduk. Hastalandığımızı düşündük. Dün gece yediğimiz balıktan olabileceğini, hayal gördüğümüzü ya da ikimizin de kafasını bir yerlere çarptığımızı ve beynimizin hasar aldığını düşündük.

Eşime “Haydi kalk, hastaneye gidiyoruz.” derken bile “Oh my good!” demiş ve sinirden gözlerim dolmuştu. Ne olup bittiğine anlam verememek dehşete düşürmüştü.”

Cebinden peçete çıkardı, aynı hisle nemlenen gözlerini sildi ve devam etti.

“Daha evden dışarı çıkmadan çevrenin gürültüleri doluştu kapıdan içeri. İnsanlar sokaklara üşüşmüş ve her biri bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Erkeğinden, kadınına; çocuğundan, yaşlısına herkes İngilizce kelimeler ile ortalıkta bağrınıyordu. Sokağın bir köşesinde gizlice gülüşen tek kişiler, çocuklardı. Türkçe deyimleri hafızasından atamamış olan beynin bir oyunu olacak ki, çocuklar; “Yırttık oğlum İngilizce dersinden!” diyordu. Tabii siz bu deyimi de şu an bilmiyorsunuz…”

“Sahiden hocam, Türkçede biraz garip bir dilmiş galiba. Yırtmak ne alaka şimdi ders ile?”

Öğretmen dudaklarını birbirine katladı, gözlerini kıstı, sustu, bekledi, devam etti.

“ O gün, hiç unutamadığım bir diğer manzara, belki altmışında bir teyzenin ağlayışıydı. İngilizcenin, yağ gibi kayan söylemiyle ağıtlar yakıyordu. Bu biraz da komikti. Hatta oldukça komikti. Bir filmde izleseydim kahkaha atabilirdim sanırım. “Türkçe gitti, Türkçe gitti!” diye dizlerine vururken, bunu yıllardır İngilizce öğrenmek için ağzımıza yerleştirmeye çalıştığımız rahatlıkla söyleyince bir tuhaf oldum gerçekten.”

İngilizce konuşmakta da ne var, dedi ön sıralarda oturan bir çocuk.

Haklısınız, Türkçeyi konuşmak daha zor, hatta imkânsız, dedi öğretmen.

“İnsanlar, çareyi birbirleri ile vahamete kapılmakta bulamayınca dağıldılar. Biz de eşimle çoktan eve girmiş, bu yaşadığımızın bir rüya olması ihtimalini hala hesaba katarak ayılmak için birer kahve yapmıştık kendimize.

Sonra televizyonu açtık. Neredeyse bütün kanallarda “Son dakika haberleri” vardı. Doktorlar, dilbilimciler, din adamları, siyasiler, bilim insanları hatta astrologlar… Hepsi ama hepsi açıklama yapıyor, tezler öne sürüyordu. Bazısı ağlamaklı, çoğusu şaşkın, birazı mantıksal temellere dayanarak umutluydu. Ancak hepsinin tek bir ortak yanı vardı: “İngilizce konuşmak.”

Doktorlar anında bunun bir hastalık olduğunu söylediler. İsmine “         Ana Dili Yitimi” dediler. Bir süre kendiliğinden geçip geçmeyeceğini beklemenin daha doğru olduğunu söyleyenler de vardı, gelecek nesilleri kurtarmak adına “aşı geliştirmeli” diyen de. Siyasilerin her zaman bildiğimiz alışkın sesleri başka bir dille yoğrularak çıkıyordu içerilerinden. Bu duruma kendileri de alışamadıkları için duraklaya duraklaya konuşuyor, sık sık nefes alıp gözlerini yumuyorlardı. Astrologlar bile yorum yapıyordu. Mars Dünya’dan bilmem ne kadar uzaklaşmış da hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış, Dünya dengeleri değişecekmiş vs.”

Bir öğrenci söz istemeden konuşmaya başladı. “Babam anlatmıştı, bazı insanlar akıllarını yitirmişler bu yüzden. Özellikle tarihçiler ve dil bilimciler“

Devam etti öğretmen. “Nasıl yitirilmesin? Yıllarca kendi dilimize bilinçli olarak yabancı kelimeleri katıştırdık ve anglomanlıcaya bizzat biz göz yumduk. Ancak şimdi istesek de Türkçe konuşamıyorduk. Sanki yıllarca tarihimizi, kültürümüzü taşıyan dilimiz bir ruha bürünmüş ve bizden intikam almak istemişti. Türkçe konuşmak istediğimiz her an, sözcük; ağzımıza varıp yuvarlanıp eğriliyor ve İngilizce karşılığını alıyordu. Sadece yazabiliyorduk.

O da çok zor oluyordu. Çünkü zihnimiz başka komut veriyordu, el kaslarımız başka. Zamanla Türkçe okumayı da unuttuk, zihnimizin tamamını ele geçirmeye başlamıştı bu garip dil. Dil mi garipti, hastalık mı bilemedik tabii.

Birileri son kez Türkçe konuşmuş, Türkçe bir şeyler yazmıştı ve haberi olmamıştı bunun son olduğundan. İşte böylece geçtiğimiz otuz yıl boyunca omuzlarımızda taşıdığımız mirası yüklenemez olduk. Resimlerden gördüğümüz ve büyüklerimizin zamanında anlattığı kadar hafızamızda yer etti tarihimiz. Zamanla birçoğumuz unuttuk. Hele siz… Siz çoğu şeyi bilmiyorsunuz…”

Bence çok da kötü olmamış hocam, filmleri alt yazısız izleyebiliyorsunuz en azından. Hem İngilizce zaten evrensel bir dilmiş o zamandan beri. Çok da abartmamak gerek, dedi Alex adlı çocuk.

Öğretmen, cevap vermenin hiçbir işe yaramayacağını biliyordu. İkna edecek gücü de bünyesinde bulamadı. Zaten neye yarayacaktı? Ruhsal tükenmişliğini daha fazla yansıtmak istemedi.

“Bu günlük dersimiz bu kadar çocuklar, umarım sizi fazla yormamışımdır. Benden sonra hangi derse gireceksiniz?

En arkada pencere kenarında oturan çocuk cevapladı: “Yabancı dil Türkçe dersimiz var hocam. Bu ders geçmiş zaman kiplerini anlatacağını söyledi öğretmen.”

 

 

 

 

 

 

 

5 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir