
Türk Demek Türkçe Demek
Dil, TDK’ye göre insanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimelerle veya işaretlerle yaptıkları anlaşma, lisan, zeban demek. Biraz soğuk ve soyut olan bu tanımın hemen üstüne ilaç gibi gelecek bir Doğan Aksan tanımlaması verebiliriz.
Aksan, dil için, “insanın gözüdür, kulağıdır beyni; düşüncesi, ruhudur.” der.
Nitekim dil, bir anda kısaca tanımlanamayacak kadar çok yönlü, insana özgü bir gerçektir. Dilin tarihi, insanın tarihiyle başlar ve devam eder. İnsanlar, yaşadıklarını dillendirdiği ve dillendirdiğini yazabildiği kadar hayatta kalmışlardır. Çünkü gördüklerimizi yorumlarken, fikirler üzerinden çığırlar aşarken, bir devri kapatıp bir devri açarken bunu ancak dil ile yapmak mümkündür. Her toplumun dili ise biriciktir. Yeryüzüne dağılan, çeşitli coğrafyalarda yaşayan insanların algılayışları ve deneyimleri farklı olduğundan kendilerine has dilleridoğmuştur. Dolaysıyla halk ve o halkın dili arasında organik bir bağ vardır.
Kuzey Kutbu’nda yaşayan Eskimoların hava şartlarından dolayı yüzden fazla yağış türü belirleyip isimlendirmeleri, çöllerde yaşamış ve yaşayan bedevilerin en sık kullandıkları develeri renk ve özelliklerine göre onlarca farklı kategoriye ayırması ve yine Türklerin de “at,avrat,pusat” üçlemesindeki “at” kutsalını hayatlarının merkezine aldıklarından türlerini açık ve net bir şekilde belirtmelerini sağlamıştır. Don rengi atlara “Alaca”, tüyleri kırmızıya yakın olan atlara “Doru at”, beyaz olana “kır at”, kahverengiye yakın renkteki atlara “boz” at, kirli beyazına “demirkır” at adı verilmiştir. Bu durum geçimini hayvancılıkla sağlayan Türklerin, en çok yetiştirdiği sığır hayvanı için de geçerlidir. Bir yaşındaki erkek yavrusuna “toklu”, dişisine “şişek”; erkek sığır yavrusuna “tosun”, dişisine “düve” adı verilmiştir.
Her dilde bulunan bu ifade gücü ve anlatım olanaklarının yoğunluk ve çokluğu Türkçede çok fazladır, belki de en fazladır. Burada kastedilen “kelime haznesindeki çokluk” değildir. Var olan malzemeler ile anlatım olanaklarının güçlendirilip en keskin ve konuyu öz halde sunabilen materyallerin ortaya çıkmasıdır.
Söz konusu dil mutfağında bulunan yüzlerce malzeme varsa ve bu malzemelerin birçoğu kullanılarak yemek yapılıyorsa, tadılan şey lezzetsiz gelecektir. Çünkü çokluk, güzellik demek değildir.
Oysa miktarınca ve nokta atışları ile yapılan seçimler belki de başkalarına hayatları boyunca yediği en güzel yemeği tattıracaktır.
Bu savın desteklenmesinde Türkçede bulunan atasözleri ve deyimlerin katkısı çok büyüktür. Bir durumu, duyguyu anlatmak için onlarca farklı kalıplaşmış söz bulunmaktadır. Öfkelenildiğinde küplere binmek, ateş püskürmek, barut kesilmek, tepesinin tası atmak, gözü dönmek; üzgün olunduğunda içi parçalanmak, içi içini yemek, kan ağlamak, karalar bağlamak; sevgi hissedildiğinde; delisi olmak, yanıp tutuşmak, gözünün içine bakmak, sevda çekmek, kara sevdaya tutulmak, abayı yakmak burada verilebilecek kısıtlı ama türetilebilen örneklerdir.
Akraba isimlerin de diğer dillerin hemen hemen hepsinde “teyze, hala, amca, baldız, elti, görümce” gibi bağların tek bir adlandırma ile ya da dolaylı yoldan (brother in low gibi) yapıldığı görülür. Ancak Türkçede, hele ki Anadolu Türkçesinde bu adlandırmalar bir değil, birden fazla isim ile karşılık bulur. Bu hem kültürün hem de kültürün dile yansıyan zenginliklerinin bir göstergesidir. Peki ya renkler? Türkçeden başka hangi dilde “pişmişayva, vişneçürüğü, camgöbeği, gülkurusu, kavuniçi, narçiçeği” gibi nokta atışı ve nahif tanımlamalar yapılmıştır?
Üstelik bu kalıplaşmış örneklerin altında çoğunlukla ince bir zeka yatar. Örneğin “açlığa doymak” deyimi, Türkçede çok acıkmak anlamında kullanılmaktadır. “Açlık ve “doymak” kelimelerini cümlede bu şekilde bir araya getirip zıt bir anlamı ortaya çıkarmak, tamamen yaşayan halkın ince zekâsından kaynaklanmaktadır. Bu zekâ yıllar önce henüz Atatürk dil devrimini gerçekleştirmeden, Arabi ve Farsi dillerinin ön planda olduğu bir çağda, Yunus Emre adında milliyetçiliğini tüm benliğiyle yazınlarında gösteren bir şairde de belirmiştir.
Kelimeleri fetheden, Türkçenin parıltısız ve şatafatsız halini bir süzgeçle gün yüzüne çıkarıp kendi devrimini gerçekleştiren şair; “Beni bende demen bende değülem, bir ben vardur bende benden içerü” diyerek “milli deha” ya da “Türkçenin dehası olarak nitelendirilmiştir. Aynı zamanda yürekten ılık ılık akan duyguların da dile
getirilmesinde de çığır açmıştır kendisi. ”Ömür ipi”, “ömür kadehi”, “aşk elçisi”, “aşk bahrisi” (aşk ördeği), “gönül putu”, “can şehri”, “gönül evi” gibi bir hissi en güzel anlatacak kelimeleri bulup bir araya getirmiştir.
Yunus Emre bu tarz ifadeleri sıklıkla şiirlerinde de kullanılıyor. Örneğin:
Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğid iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.”
İfadesindeki “gök ekini biçmek” genç yaşta ölen insanların acısının kalbe nasıl bir etki yaptığını anlatmakta çok güçlü bir ifade tarzıdır. Türk Edebiyat tarihi Yunus Emre gibi kalemi güçlü, milliyetçiliği gerçek ve anlatım olanakları geniş şair ve yazarlarla doludur.
Bu güç ve kudretin en belirgin çizgileri kendini kökenbilimde de gösterir.
“Oda” kelimesi, herkesin bildiği, kolayca tanımını yapabileceği bir sözcüktür. Kökeninde ise hem tarihin şifreleri hem de kültürün yansımaları saklıdır. Esasında kökeni “ot” tur. Ot, eski Türkçede ateş anlamına gelir. Sonrasında kelime fiil haline gelerek “ota-“ olarak gelişir ve yeni anlamı “ateş yakılan yer” olur. Eskiden çadır anlamında kullanılan “otağ” kelimesi ise de tam olarak buradan gelmektedir. “Ota-“ fiili de zamanla evrim geçirerek “oda” halini alır ve son durakta, bu haliyledilimize yerleşir.
Aynı şekilde “düğün” kelimesinin kökenindeki “düg-“ bağlamak fiii, iki insanın birbirini bağlaması anlamını derinliklerinde barındırır. Hem soyut hem mecaz hem de bir o kadar nahiftir. Hazır düğün demişken “gelin” ve “güvey” kelimelerinin köklerinde yatan ince ayrıntıyı söylemezsek olmaz. Gelin, tahmin edilebildiği gibi “gel-“ fiilinden gelir. Kadının, evleneceği kişinin evine gelmesiyle bu anlam bağlantılıdır. Peki bu sırada güvey ne yapar? Kökeninde yatan “güt-“ fiiline dayanarak “bekler.” Yani gelin gelir, güvey bekler. Birbirlerine bağlanmadan önce takınılan bu durum, çıkılan yolun ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatır.
“Bunalmak” sözcüğü, bugün bu hissi anlatmamızı sağlayan “bun” kökünden gelmektedir. Vakti zamanında Moğolistan bozkırlarında yaşayanların göçebelik hayatındaki zorluklarını anlatırken bugün modern çağda, yirmi dört saatimizin her köşesinde beliriverir.
Bugün çocuklara sıklıkla hatırlattığımız “Ders çalış,” öğüdündeki “çalış-“ fiilinin ise eski Türkçede bize çağrıştırdığı kalem, kitap, defter anlamlarından çok farklı bir anlamı var. Kelimenin kökeninde esasen “çal-“ fiili yatar ve bu fiil savaş zamanlarında savaşçıların kılıçlarını birbirine karşılıklı olarak vurmaları anlamına gelir. Bir tek fiilden, savaşçı, kılıç kullanmayı bilen bir millet olduğumuz anlamı çıkarılabildiği gibi bugünkü kullanılan anlamın da hangi yollardan geçtikten sonra kendini nasıl yenilediği, çağa uyum sağladığı da görülebilir. Burada Türkçenin kendi köklerini kaybetmeden nasıl yenilenebildiği becerisi de çok açık görülür.
“Yörükler, Türk’ün hasıdır,” derler. Söylenmesi de çok asil bir şekilde ağızdan çıkan bu kelimenin kökü “yörü-“ (ölçünlü dildeki hali yürü-) fiiline dayanır. Hayvanların peşinden oradan oraya giden, hiç durmadan ilerleyen ve İsmet Özel’in “yürürüm çünkü ölümdür yürünülmeyen” ifadesinin kanlı canlı örneği olan insanları tanımlayan bu kelimenin kökü, hiç de tesadüf olmadığı gibi gayet manidardır. Bu şekilde dile getirilebilecek yüzlerce kelime vardır.
Sadece sözcük ve kökleri ile kurulan köprülerin ruhumuza hoş görünmesine neden olmaz Türk’ün dili. Bazen de hiçbir milletin hissedemeyeceği bir duyguyu tek bir kelimede toplamayı başarır. Örneğin Türkçeden başka hiçbir dilde “gönül” sözcüğünü karşılayan bir kelime yoktur. Buna karşılık Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş’ın hemen hemen “gönül” sözcüğünü kullanmadığı tek bir türküsü de yoktur. Bundandır ki Türkçe haricinde hiçbir dilde bizim anladığımız manada “gönülden gönle köprü” kurulmaz, “dünyaya gönül” verilmez, “gönlüm hep seni arıyor” ifadesini bilinmez, “gönül yarsız olur mu?” sorusuna cevap verilmez.
Soy ismindeki tek “y” harfini bir iddia sonucu kaybeden Cemal Süreya’dan başka dilin tüm türetme ve billurlaştırma imkânlarını kullanarak “Meryemsemek” ifadesini kullanabilir ki? Saymakla bitirilemeyecek bu dilin, yetkinlikleri, yapabilecekleri, konuştuğu halka düşündürebilecekleri sınırsızdır. Her durumu anlatmanın anahtarını kendin de barındırır. Hal böyle iken dünya dili diye kabul ettikleri ve öz kelime oranının sadece %15 olduğu İngilizce, gerek türetme konusundaki eksikliği gerek içinde Türkçenin barındırdığı inceliklerin yüzde onunu bile içermemesiyle oldukça yetersizdir. Beş dilin birleşimi olan ve tarihi tek ciltlik kitabı bile zor dolduracak olan bu dil, belki de “sömüren dil” olarak anılmaya da oldukça müsaittir. Zira Hintlilere matematik adı altında logaritma cetvelini öğretenler de bu dili konuşanların ta kendileridir. Bu dilin şu günlerde “ortak dil” adı altında savunulmasının ve çılgınlar gibi tüketilmesinin belki de tek geçerli sebebi hiçbir ayrıntı, mantıksallık haricinde hiçbir duygu barındırmamasından kaynaklı olabilir. Bu tarz bir tüketim iletişim kurmaya yetecektir ancak birikime, üretmeye ve geliştirmeye yeterli gelmeyip bir yerde tıkanacaktır. Bunlara karşılık Türkçenin kendi koluna ayrılması 5500 yıl önceyken bugün de dünyada 250 milyon civarlarında konuşanı vardır. Dünyanın bir ucuna, soğuğun diyarı Yakutistan’a da gitseniz orada aynı dili konuşacağınız bir Türk’ü ve arı bir Türkçeyi bulursunuz. Atatürk’ün ölmeden önce son sözlerinde “Arkadaşlara selam, dil çalışmalarını gevşetmeyin,” diye bahsettiği bu dil, Türkçemizde çoğu dilde görülen (İtalyanca, Fransızca, İspanyolca, Portekizce, İngilizce, Let dilleri, Arapça, İbranice) cinsiyet ayrımı da görülmez. Kapsayıcıdır, bütünleyicidir. “O” diye hitap ediliyorsa, bunda kadın ya da erkek ayrımı yoktur.
“Bilim, gönül, dil” önemsemesinin savunucusu Oktay Sinanoğlu da, 26 yaşında profesör olduktan sonra uzun yıllar Amerika’da çalışmıştır. İngilizce ve diğer dillerle oldukça içli dışlı olduğu halde kendi bilim dalında dahi teorilerini açıklarken Türkçenin diğer dillerden daha yetkin ve yeterli olduğunu belirtmiştir. Özellikle kelimelerin türetme yeteneğinin Türkçede birçok dilden daha üstün olduğunu da eklemiştir. Bir Kimya profesörü olarak Türkçenin geleceği konusunda endişe etmiş ve endişe duymayan hatta bununla alay eden birçok kişiyle de söyleşilerinde üslubunca tartışmıştır.
Aslında anglomancanın her yerde olduğu bu dönemde birçoğumuzun hemen hemen her gün yapması gereken bir tartışma bu. Zira şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş olan Atatürk’ün meşhur “Ne mutlu Türküm diyene!” sözünün başındaki “Türk demek, Türkçe demektir.” vecizesine yaraşır bir milliyetçilik anlayışı tam da bunu gerektirir.
Üstelik “iki dil bilen iki insan, kendi dilini bilmeyen eksi yüz insan” ise kendi dilini Dünya dili, bilim dili ve gönül dili yapmak için uğraşmayan insan eksi kaç insandır?
Bu toplumsal bir sorumluluktur, tarihe ve geleceğe karşı bir bilinç meselesidir, vatanseverlik ölçütüdür, zihinsel olgunluğun en temek göstergesidir. Bu günler için fedakarlık gösteren, ömrünü ve bünyesindeki tüm gücü bu uğurda harcayan tüm geçmişimize, ileri tarihlerde “dilin sesi ve mimarisinin milli” olmasını, herkesin bu dilin incelik ve güzelliklerini tanımasını, hevesle öğrenmeye çalışmasını ve her alanda en önde bulunmasını, teknolojinin, ilmin ve bilimin bu dil ile ön plana çıkmasını borçluyuz.
Çünkü “Türk demek Türkçe demek, ne mutlu Türküm diyene!”

