
21. yy. Türk Milliyetçiliği
Bu yazı akla ve mantığa dayanarak öznelliğe sarılmış bir öğretmenin kaleminden çıkmıştır.
Geçenlerde bir yazıya denk geldim, daha doğrusu bir eleştiriye. Milliyetçilik hakkında yazılmış bir yazının altına “Bu devirde Türkçülük mü kalmış, hepimiz Dünya vatandaşıyız!” yazmıştı biri.
Gülümsedim. O an aklımdan çok şey geçmişti. Zaman kavramının ulus bilinci üzerine etkileri, vatan tutmanın kişiler üzerindeki sorumluluğu, Mustafa Kemal’in bu konudaki bildiğim görüşleri, Dünya vatandaşlığı statüsüne insanlığın hazır olup olmayışı, tarihte yapılan savaşların nedeni ve neticeleri hatta Recaizade Mahmut’un oğlu…
Sonra bu satırları yazmaya karar verdim. Öncelikle “Dünya vatandaşı” kavramı üzerine duralım.
“Dünya vatandaşı” kavramı kulağa çok hoş geliyor, davulun uzaktan sesi gibi adeta. Bana ilk olarak “ortaklık” kavramını çağrıştırıyor. Bilim ortak, üretim ortak, direniş ortak, paylaşma ortak, ekonomi ortak, eğitim ortak… Biraz daha duygusal anlamda bakarsak ırklar ortak, kültürler ortak, yaşayış şartları ortak ve gelecek de ortak. Peki, bu fikre dünya ortak mı? Ya da günümüz sosyal medyada yaygın bir eleştiri tarzı olan söyleyiş ile ifade edelim: Dünyanın bundan haberi var mı?
Hayal kurmak, dünyanın acı dolu bir yer olduğunu fark etmeden önce çok güzeldi. Tam da bu yüzden özlüyor insan hayal kurabildiği ve dünyayı tanımadığı o zamanları. İnsanların hem de yüreği kötü olanların kötü emeller peşinde koştuğunu gördükçe dünyanın tamamının sevgi balonu halinde gökyüzünde süzülemeyeceğini anlıyorsunuz.
Bugün “Dünya vatandaşı” olduğunu kabul etmek bir insan için muhteşem bir hayaldir. Sömürülen soydaşları, hiçbir günahı yokken öldürülen insanları, gelişmesine müsaade edilmeyen ülkeleri gördükçe ve eşitsizlikten öte adaletsizliğin tüm cihanda hâkim olduğuna şahit olununca, insan nasıl kendini genelleyebilir bu dünyaya? Bunu iddia edenler zulmü yapanların dünyasında mı yaşıyor yoksa zulmü yapanların sessizliği koruduğu dünyada mı? Sahi kaç tane dünya var bu dünyada?
Kastımız düşmanlık etmek ya da tarihin kinini besleyip intikam peşinde koşmak değildir. Başkalarını hiçe saymak, görüşlerine değer vermemek, varlıklarına dahi saygı duymamak ya da kendimizi üstün görmek hiç değildir. Irkçılık ya da faşizm değildir doğru olan. Savunduğumuz şey “coğrafyalardan ve tarihten kaynaklı olarak ırkların var olması gerektiği ve bunun sonucunda doğan milliyetçilik ülküsü”dür.
Aslolan milliyetçilik anlayışı ise, özellikle bu çağda, damarlarda akan kana hayranlık duymaktan ziyade, eylemleri ile hem kendi milletini onurlandıran davranışlarda bulunmak hem de başka milletlere örnek olmaktır. Çünkü gurur duymak, gurur verici işler yapmayı gerektirir. Yoksa taşıdığımız kan, sadece fizyolojik olarak içimizde barınır. Buna karşılık Dünya vatandaşları, üretmek ve hizmet etmek gayesini tüm insanlık için yaptığını sanarken sadece başkalarının maşası olabilir.
Çünkü sokakta yürüyen insanlar dahi kendi çıkarlarını düşünürken devletlerin kendi çıkar politikalarına uygun hareket etmeyeceğini düşünmek büyük talihsizliktir. Değil mi ki en ufak bir kardeş kavgasının sebebi ufacık bir çıkar? Yine buna nazaran değil mi ki en ufak çıkarını bile güvence altına almak için antlar, paktlar imzalayan ve sınırlarını koyan devletler? Doymasının kendine yararı olmadığını bildiğinden ölüme terk eden devletler, ya da yaşamasının fayda sağlamayacağını bildiğinden silahlarıyla botlara beyinleri kadar delikler açan devletler? Sahiden güllük gülistanlık mı “bazı” devletler?
Tam da bu sebeplerden Dünya vatandaşı olarak kendini kabul eden bireyler, hiçbir yöneticinin kendini bu anlayışta görmediği bir dünyada yaşamaktadır. Yoksa bunca zulüm, bunca silah, bunca kargaşa niye?
E onlar da benimsesin? İşte bu en güzel hayal. Sanmıyorum ki hiçbir devirde insanların tamamının yüreğinden kötülüğü söküp atabildik. Siz hatırlıyor musunuz böyle bir zamanı? İnsanoğlu medeniyetin birçok tarafını tattı ama kötülüğü hiç yok edemedi. Herkesin barış içinde yaşadığı düşünüldüğü zamanlarda bile bazıları, yine bazı insanların zalimi oldu. Şöyle bir söz vardı, oldukça yerinde burası için. “Kimimiz Habil’in kimimiz Kabil’in torunlarıyız.”
Zannedersem “dünya vatandaşı” değil de “dünyada vatandaş” olarak yapılacak en iyi şey zulmü benimsemediği ve insan onurunu, ahlakını çiğnemediği sürece; saygıyı elden bırakmamaktır. Zaten aranızda kilometreler bulunan ve farklı anayasalar ile yönetilen halklara karşı muhabbet besleyip sevgi sellerinde boğmanız da ironi olur. Hem de yanı başınızda kendi vatandaşınıza göstermediğiniz ilgi ve alaka söz konusu ise.
Pekala Türk milliyetçiliği nasıldı ve bugün nasıl olmalı?
Eski Türklerin yaşamını aslında herkes bilir biraz. Burada da tarih kokan cümleler kurmak değil niyetim.
Bozkır iklimi, sert rüzgârlar, atları kanatları gibi kullanmaları, etçil beslenme, kılıç sesleri, güreş, yiğitlik, savaşçılık, göçebe yaşam, ağır şartlara alışkınlık, kımız, oklar, yaylar, avcılık, çadırlar, uzun kışlar, akınlar, düşmanlar…
Paragrafı okuduğunuzda hemen aklınıza benzer diziler geliyor, zaten insanların çoğu da tarihini oradan öğrenmeye çalışıyor. Geçmiş, hatta çok geçmiş yılların vatan sevdasında bir Türk için savaşçı olmak, ölümü göze alarak gaza anlayışına sarılmak ve Kağan karşısında boynunun kıldan ince olması vardı. İnsanlar yiğitlikleriyle anılıyordu, öldürdükleri gevur (gevura gevur demeyeceksek ne diyeceğiz?) sayısınca biliniyordu. Bugün kendini her an şehadetin kollarına teslim etmeye hazır silahlı kuvvetlerimiz için durum pek farklı değil. Allah’tan kendilerine emanet verilen canlarını ortaya koyarak en büyük fedakarlığı hala yapmaya devam etmekteler. Şüphesiz bu, vatan için yapılacakların en kıymetlisidir.
Yine eskiden güç ve kudret bilekteydi. Kılıç tutabilmek ve birini güreşte yere sermek, at üstünde şahlanmak farklı milletleri ürkütmeye yeterdi. Akıl, bilim tabii ki çok önemliydi, zira onlarca insanı yöneten kağanların yaptıkları stratejiler sayesinde topraklar kazanılmıştır. Ama yöneticilerin de askerlerle, alplerle ile birlikte savaşlara katıldığını düşünürsek savaş kabiliyetinin, kılıç ve silah becerisinin kişiler için ne kadar önemli olduğunu kavrayabiliriz.
Ancak günümüzde şartlar değişti. Bugün Türk’ün kılıcı bilim olmalıdır, gönül olmalıdır, dil olmalıdır. Hepimizin damarlarında akan kanı besliyor atların nal sesleri, kılıcın keskin darbeleri ya da kopuzun yanık besteleri. Ancak bugün milletine düşkün olmak, üretmenin kapılarını ardına kadar açmaktır. İcat etmenin, yeni yollar keşfetmenin, teknolojinin geleceğini elinde tutmanın vatan sevdası ile bir ilişiği vardır. Gönlün nahifliğini korumanın, dile sahip çıkmanın, bu bilinci kazandırmanın da ilişiği vardır vatan sevdası ile.
Maalesef tek başına evlerimizin balkonlarına astığımız bayrağımız, onun şanını yüceltmeye yetmemekte. Ya da ay yıldız bu şekilde değer gördüğünü hissetmemektedir. Ruhu beslemedikten ve onun için bir şeyler yapmadıktan sonra tüyleri ürperten şiirler dinlemek, kopuzlara eşlik etmek neye yarar? Bu yüzden şeklen değil kalben milliyetçiyiz. Sevgi söylemekten öte “hissettirmek” ise bu konuda da yapabileceklerimiz vardır elbet.
Üretmek.
Bilim insanı yüz başarısız deneyden sonra yüz birinciyi vatanı için yapacak. Öğretmen, bilgiyi en güzel şekilde sunmanın ve sınıfa taşımanın yollarını en çok vatanını sevdiği için bulacak. Doktor, hiçbir insandan umudu kesmemenin ülküsüyle sevecek vatanını.
Herkes bilim insanı, öğretmen, doktor ya da mühendis değil ya! En çok duyulan ve göz önünde bulunan meslekler mi var sadece? Ülkede yaşayan diğer vatandaşlar neyi üretecek?
Burada Mustafa Kemal’in milliyetçilik tanımlaması giriyor devreye. Diyor ki fikir insanı, “Vatanını en çok seven, işini en iyi yapandır.” Aslında sadece bu anlayışa bağlı kalsak bile çoğu aksaklığı düzeltmiş oluruz. Örneğin;
Bir müteahhit apartmanın temelinden demiri eksiltmez ve olası bir depremde bir aile parçalanmaz. Örneğin:
Bir tüccar mallarını fahiş fiyatla piyasaya sürmez ve halkın alım gücü azalmaz. Örneğin:
Bir öğretmen sınıftan içeri girdiğinde karşısında geleceğin teminatçılarını görür ve işini ciddiye alır. Ağzından çıkacak her söz ile gelecekte meydana gelebilecek bir olaya yön verebileceğini bilir. Örneğin:
Bir simitçi görmüştük haberlerde. Tezgâhının yanına ayaklı barbekü bağlamış ve müşterilerine simitlerini sıcak sıcak satıyordu. Hem de isteyene çikolatalı, kaşarlı, peynirli, sosisli gibi seçenekler de sunuyordu. Bu insan alt tarafı “meslek” deyip geçmemiş işini, geliştirmiş ve üretmiş. Hem milletine hem ekmek parasına değer vermiş.
Her gün insanlar sağlığına kavuşsun diye reçetedeki ilaçları veren eczacılar mesela, gelen hastalara gülümsese? Fena mı olur sanki? Bir yüreğe dokunan gülümsemenin bile vatanı sevmekle ilişi vardır, bilirim.
Ya da bir terzi, etiket yapıştırıldıktan sonra maliyetinin onlarca katına çıkan ürünlere rağmen, işlem yaptığı kumaşların geriye kalan parçalarından kendi tasarımını yapsa? Hem bunları satıp gelir elde etse hem de insanlar etiketlere tonca para harcamasa?
Bir manav, elindeki sebze ve meyveleri tazeliğine göre sıralasa ve hepsi için ayrı fiyat biçse? İnsanlar kararmaya durmuş muz ile dipdiri duran muza aynı parayı vermese? Hem yaratanın rızasını kazansa hem halkın gönlüne girse. Hakikati üretmiş olmaz mı?
İnsan, hangi meslek grubundan olursa olsun; hem kendi hayatına hem de toplum yararına güzellikler katabilir. “İnsan, toplum için yaşar.” demek değil bu. Ancak insan kendin de üretkenliğe dayalı mutluluklar sezdiği zaman bunu topluma da aksettirmekten çekinmez sadece. Üstelik üretmenin başlangıcındaki asıl niyet “kişinin kendisine saygısıdır.”
Yaşamak, yaşamayı bilenler için nefes almaktan daha anlamlıdır. Hatta yeni tatlar denemekten bile daha anlamlıdır. Zannedersem asıl yaşayanlar, gayesine tutunup her yaşında o uğurda üretme gayretini çabalayanlardır. Bazılarını herkes tanır, bazılarının varlığından bile haberdar olmayız. Oysa üretmek söz konusu olduğunda; tanınmayan insanın, tanınan insandan daha bereketsiz bir ömrü yoktur.
21.yy.da töremiz aynı, düsturumuz vatan için üretmek! Üreten, üretmeyi yaşatarak öğütleyen, vatan evlatlarından ve insanlarından ümidini hiç yitmeyenlere selam olsun!


9 Yorum
Şerbane İlhan
Ne de güzel ifade etmişsiniz; “Kimimiz Habil’in kimimiz Kabil’in torunlarıyız.”, “şeklen değil kalben milliyetçiyiz.” galiba bütün her şey bu cümlelerde saklı.
Fatma Betül ODABAŞ
Belki de. Ne güzel insanların yüreklerine dokunabilmek. Ne mutlu bana!
Ali Öğretmen
Öncelikle emeğinize sağlık güzel bir yazı olmuş. Başından sonuna kadar , bir okuyucu olarak sıkılmadım, üslubunuz da aynı şekilde samimi g
Kübra öğretmen
Betül öğretmenim kaleminize, yüreğinize sağlık. Son derece akıcı ve çok güzel bir çalışma olmuş. Sıkılmadan bir solukta okudum. Değindiğiniz konular da çok önemli
Fatma Betül ODABAŞ
Teşekkür ederim Kübra öğretmenim. Güzel yorumlarınız için yüreğinizden öperim. 🍀
Ali Öğretmen
Yazınızı başından sonuna kadar sıkılmadan okudum. Okurken paragraftan sonra ne gelecek diye merak içinde bende devam etti. Güzel noktalara temas etmişsiniz örneklerle de zenginleşmiş. Kaleminize sağlık teşekkür ederim.
Fatma Betül ODABAŞ
Teşekkür ederim öğretmenim. Güzel düşünceleriniz ve yorumlarınız beni de çok mutlu etti. Var olun.
Zafer Odabaş
Betül yazının içeriği müthiş olmuş, beklentinin aksine sürpriz yumurta gibi. Başlığına bakan sıradan bir Türk Milliyetçiliği bekliyor fakat içerik bambaşka. Gerçekten tebrikler. İçerisi bugün Türk Milliyetçiliği nasıl olmalı olan çok kıymetli önerileri içeren bu yazı bence herkes tarafından sonuna kadar okunmalı fakat kişisel fikrim; herkes okumayı sen ve çevrendekiler kadar çok sevmiyor. Yukarıda yorum yapan kıymetli hocalarımın aksine bir çoğu uzun metni görünce sonraki paragrafları merak etmiyor. Sonrasında ne oluyor bu güzel yazıdan nasiplenemiyorlar. Zor olurmu bilmiyorum bu tür yazılar dursun bundan keyif alanları üzmeyelim ama okumayı çok sevmeyenler içinde, nasıl olur bilmiyorum daha özlü kısa yazılar yazılabilir ya da en azından bir deneme yapılıp durum değerlendirmesi yapmak yerinde olur diye düşünüyorum. Bu güzel yazı için teşekkür ediyor, bu güzelliklerin devamını bekliyorum.
Büşra Taş
“Bugün Türk’ün kılıcı bilim olmalıdır, gönül olmalıdır, dil olmalıdır.”
Milliyetçilik ile ilgili gözden kaçırılan hususlara değinilmiş,yürekten dökülen ve umut kokan bir yazı…