İçimizdeki Mezarlıklar
Aradan yirmi yıl geçtikten sonra bir cenazede karşılaşmaları tesadüf müydü yoksa tevafuk mu bilinmez ama, toprağın altından ruhu can çekişe çekişe dirilen bir kalbin varlığını hissetti kadın. Gözlerine dolu dolu çerçevelenmişti bu karşılaşma.
Yıllar önce canlı canlı gömülerek örtülmüştü kefeni üstüne bu duygunun, şimdi uzaktan tek bir el bağlayışının görülmesi yeterliydi sertçe bastırılan tahtaları kırmak için.
İşte orada duruyordu hayatının sonbaharı. Yere bırakılmış tabutun hemen yanı başında, gözleri dualarda, iki eli önünde bağdaştı. Bir gün vuslata sebep olur belki diye unutmamaya çalıştığı kolları ne de cılız duruyordu. Hele omuzları… En büyük çöküşü onlar yaşamış gibiydi. Saçlarının güneşte maviye çalan siyahlığından ise eser kalmamıştı, kır düşmüştü ömür tarlasına.
Ahmed Arif’in tam “Öyle yıkma kendini…” dediği yerde yıkılmış gibiydi. Yine de tüm bunlara kendisi sebep olmuş olamazdı. Bunu anlamak için bir kere göz göze gelmeleri yeterdi oysa. Yine de kaçındı. Belki bir yirmi yıl daha sürecek manzarayı yüreğine çizip boyadıktan sonra etekleri çamurlara sürtüne sürtüne kaçtı oradan.
Zaten herkes kendi acısını yaşıyordu bir köşede. Herkesin yağmuru başka topraklar için yağıyordu, onu kim anlayacaktı? Bu öyküyü, affedememenin hazin yangısını kim duyacaktı?Ilık gözyaşları, taziyenin bahanesine tutunarak yürüdü gerilere.
Bir ağaç kavuğunun kuytusuna tutundu düşmemek için, saatlerce koşmuş da ayaklarına kara sular inmiş gibiydi. Denizin altında yirmi yıl yaşamış ve sonrasında ilk soluklarını alıyormuş da gibiydi.
Hayallerinde dile geldi ağaç, kadının. Buna, bu akıl yitimine ihtiyacı vardı. Sordu ona “Ne oldu?”
Hiç anlatmamıştı kimseye. Saniyesinde açıp kapanan bir defter gibi görünmüştü insanlara bu olay. Oysa o hiç yazmaya kıyamayıp her sayfasını tozdan kirden uzak tutmak için üfleyerek korumuştu defterini. Bir yastığın altına karışan rüyada, yalnız bir yürüyüşün yanı başında kurulan hayallerde.
Anlatmaya başladı.
“Bir nisan sabahı görüp sevmiştim onu. Yaşım on sekiz, aklım yolun başı ülkesiydi. Yarının ne getireceğini bilmeden, hiçbir şeyi düşünmeden sevmiştim. Bu günlerde ağarmış saçlarının, o zamanlar yönüme doğru dalgalanmasını da sevmiş olabilirdim. Şimdi bile bir neden bulmaktan yoksunum kendime. O zamanlar üniversiteye hazırlanıyordu o da. Çok çalışıyordu. Bazen benim yanımda bile çalışıyordu. Doktor olmak istediğini söylüyordu hep. Yazın girdiği sınavların neticesinde de kavuşmuştu hayaline. Tek sorun gitmesiydi. Uzun bir süre ayrı kalacaktık, üstelik bu hasretliği içinde yaşaması gereken, ailesinden sakınması gereken de bendim. Çünkü henüz ablam evlenmemiş ve gönül meseleleri söz konusu olduğunda suspus kesilen bir ailem vardı. Bir yüzükle veda etti bana kışım, ayazım, buzkesenim. Senin olsun bu, diyerek gitti. Şimdi parmaklarıma dar gelen o yüzüğü de saklıyorum hala, bir köşeciğimde zaman makinesine atlayıp oldurulmayı bekler, telafileri bekler durur. Benimle birlikte söndü rengi gizli kalışlardan.
Bundan sonrasını uzun uzadıya anlatmaya gerek yok sevgili kovuk. Ailesi bize tanışmak için geldiğinde ve ben kırmızı elbisem yanaklarım ile aynı renkte, heyecanla kahve pişirirken annem sokuldu yanı başıma. Büyük oğulları K… için istiyorlarmış seni, deyiverdi. Başka bir isim, bile bile, nasıl olabilir?
Düşmedi ama o kahve fincanı elimden. Onu pişiren ateş ellerime, avuçlarıma başımdan aşağıya örtü oluverdi birden. Sarmaladıkça sarmaladı beni. Belki o vakit ağlayıp, o porselen fincanı kırsaydım şimdi yüreğinde çatlak damarlar ile soluk almaya çalışan ben olmayacaktım. Acımı yaşayamayışımdandır belki de. İstemiyorum, diyerek kestirip attım. Gelenlerin gözlerinin içine baka baka evin kapısından çıktım, öylece, bir hışımla, arkamda yarım ağız ve anlamsız iri gözler bırakarak.
Ne bir daha aradım ne de sordum. Yüreğimin gözüne koca bir perde inmiş de Çalıkuşu kesilivermiştim birden. Öfke ve üzüntüyle gelecek olan her habere tıkadım ağzımı, burnumu, kalbimi ve en son kulaklarımı. Kuş olmanın gereğince fazlaca ağaçlarda atlamadan zıplamadan, benimle olmak isteyen, şimdiki çocuklarımın babası olan adamla evlendim. Bir gönül ve minnet bağı kurduğum hep doğrudur. Ancak bazı şeyleri bilmek, tüm ihtimalleri başa sardırmaya neden olur.
Dördüncü çocuğumuza beş aylık hamileyken itiraf etti annem gerçeği. Yine kahve yapıyordum. Çoktan unutmuşsundur ama… diyerek başladı cümlesine. Hatta biraz gülümsediğini hatırlıyorum.”
“Hatırlar mısın, filanca zamanda filancalar görücüye gelmişlerdi senin için. Ben de büyük oğulları sana talip demiştim. Aslında küçük oğlanları için istemişlerdi seni. Sen de şimdi o doktor diye hemen kanıverirsin diye düşündüm, o yüzden büyük oğlu deyiverdim, zaten beğenmeyeceğini biliyordum.”
Yine dökmedim kahveleri, ama elim titredi bu sefer. Tabağın yanına boşaldı telvesinin koyuluğundan bir kısım. Falım da ağladı. Sabret dedi ince sesiyle porselenin takırtısı. Dinlemeden ağladım. Ne olur, ne düşünür diye akıl etmeden ağladım. Bir yasın, siyahlara bürünüp beden bulmuş şarkısıydı ağlamalarım. Kimsenin melodime dil uzatmaya hakkı yoktu. “
Şimdi de ağlıyorsun, dedi kavuk. “Kandan, etten ve kemikten yaratılmak yüreğin bölünüp o hüznü her saat aynı şiddetle kavramaya mı yarıyor?”
Başka hiçbir açıklama yapmamıştı kadının annesi, “Allah herkesin bahtını güzel eylesin,” demişti. Elleriyle bir bahtın gök rengine siyah mürekkeplere batırıp çıkarmıştı oysa. Kavuk bile anlayamadı annesinin anneliğine dayanarak yürek okumayı bilmeyen mabedini. Neden yapmıştır, sorusuna yıllanmış odundan gövdesinin bilge tarihinde bile yanıt bulamadı.
Geldiği yöne doğru, tükenmiş bir kalbe sığınan bedeniyle yürüdü kadın. Bir ömre, içinde zaman sınırlarını aşan kaç yüzyıllık bir acıyı sığdırmakta başarısız olabilirdi ki?