Betül Odabaş,  Öykü

DÖNGEL VE DENİZ KABUKLARI

Pencereden geceleri çok fazla soğuk girdiği için denemiştim annemi kapıya yakın, köşedeki koltuğa yatırmayı. Ama ellerini ve kollarını bile hareket ettiremeyen kadın, bunu yapmak istediğimi her anladığında inlemeye başlıyordu. Ağzından köpükler çıkarıyor, gözlerini pörtletiyor, alnını beyazlamış saç diplerine kadar geriyordu. Vazgeçtim sonra. Geceleri üç kat örttüm, kenarları güllü yazmasını sıkıca örttüm kafasına.

İçten içe öfkeleniyordum da aslında. Çünkü baktığı yeri çocukluğumdan beri kıskanmıştım. Hiç onun kadar değer görmemiş, kışları bu kadar korunmamış, yabancı ellerden uzakta tutulmamıştım. Bu kadar gözleri bile değmemişti annemin bana. O ağaç, annemin içindeki büyük bir yaranın pansumanı olurken, benim köklerimin sevgisizlikten dünyaya salınamadığını fark etmemişti. Her sene dalları kırılıncasıya kadar meyve verirdi muşmulamız, her sene de olduğu gibi dökülürdü o meyveler.

Yoldan geçene, canı çeken küçük çocuklara, hatta karnı burnunda gebelere, dişsiz amcalara, akrabalara, konu komşuya ve bana eyvallahı yoktu annemin. Kuşları kovalayıp dallarına alacalıbulacalı poşetler takardı. Altında gezinen karıncaları  bile besmele çeke çeke süpürürdü. Dayanamazdı birinin etrafında olmasına. Dışarıdaysa koşar, içerideyse bir hışımla fırlardı dışarıya.

Çok iyi hatırlıyorum. Bizim evden üç bahçe uzaklıktaki evde Saliha nineyle eşi İbram amca yaşardı. Şehirden oğulları geldi, eşi de hamileymiş. Kadının günde birkaç saat yürümesi gerektiğinden şöyle bir turluyorlarmış etrafı. Gezi durağı bizim evin önüne geldiğinde kadın merak etmiş meyveyi. Muşmula, demiş eşi. Yemenin tam sırasıdır şimdi ama bu ağaçtan olmaz, diye de eklemiş adam.

Kadın iki canlı, içerideki tüm duygular hallaç pamuğu gibi, istiyorum da istiyorum, diye tutturmuş. Hiç yapacağı iş de değilmiş ama başlamış ağlamaya. Soğuk terler boşanmış adamdan, biliyor kadının üç senelik köye nam salmış öyküsünü. Olmaz, demiş. En iyilerini alırım sana çarşıdan pazardan, demiş. İkna edememiş karısını.

Kapımızı çaldılar sonra, durum böyleyken böyle deyip anlattılar. Annemin kaşlar çatıldı, dudak üstüne üç yılda yerleşen kırışıklıkları belirdi, gözler tavana doğru dikildi. “Asla!” dedi. Uzak durun ağaçtan, gidin buradan, diye savurdu elini dış kapıya. Adam yarı öfkeli, yarı hüzünlü alıp götürdü karısını. Sonradan aldık haberlerini, ölü bir erkek bebek doğurmuş kadın, suratı muşmula gibi büzüşükmüş. Annemin bunu duyduğunda kutsal bir vazifeyi yerine getirdiği için hiç vicdan azabı duymaması gerektiği gibi saçma bir batıla inandığını düşünüyorum. Yoksa bu umarsızlık, rahminden bir hayat doğurmuş insanın merhametiyle uyuşmazdı.

İşte hayatımın yaklaşık yirmi yılı, her sabah annemi bir ağacın altında “dön gel” nidaları attığını görmekle geçti. Ben uyanırdım o sesle, komşular uyanırdı, bahçede sabah olduğunu anlayan horozlar uyanırdı, güneş hemen sonrasında doğardı. Rahmi dayı annemi duyunca kalkardı yataktan, alarmı olmuştu işte bazı hanelerin. Bizim döngel uyandı, da diyorlarmış bazıları, sonrasından öğrendim.

O birbirinin aynısı olan sabahlarda, ağacın meyvelerine dokuna dokuna ağlardı annem. Sanki benim saçlarıma dokunuyormuş gibi hissederdim bunu yapınca. Bazen dibinde oturur, Kuran okurdu. Kendimi annem gibi düşleyip dizlerinin dibinde olduğunu hayal ederdim. Ağlayışları canımı yakardı, yanına gitmek istediğimde, başkaları gelip ona yardım etmek istediğinde savururdu hepimizi. Çığlıklar atar, evden bir ölü çıkmış gibi feryat ederdi.

Sonralarda ona yardım edemeyeceğimizi öğrendik. Alıştık her sabah duyduğumuz “dön gel”lere. O duanın hiç kabul olmamasına, annemin meyvelerden mektuplar yapıp ağlayışlarıyla kelimeler yakmasını da kabullendik. Gelen doktorlar, türlü türlü muskaları annemin boynuna asan hocalar, ona baktıkça hüzünden eriyen ninem de kabullendi.

Meyveler ve cılız şekilde büyüyen ağaç da kabullenmişti yeni ismini. “Döngeller” ekşi ama epey iri, diyordu köylüler kendi bahçesindeki muşmula ağaçlarına. Bu seneki döngellerden amma pekmez çıkar ha, diyordu kocakarılar. Genç âşıklara da malzeme olmuştu, buluşmak için daha sevdalı bir ağaç ismi olamazdı bundan başka. Buluşma yeri böyle anlamlı olsun diye muşmula dikeni bile vardı. Ama  kimse bu ismin nedenini bilmiyordu, yakıştırmışlardı kendilerince, bir öyküsünün olduğunu bilmek de yetiyordu belki de.

Bir kere sordum anneme hayatımın resmindeki bütün sayfayı kaplayan o ağacı. “Neden?” dedim.

İyi saati miydi, saçlarım mı mis gibi kokuyordu, hava mı güzeldi, umudu mu yeşermişti,  bana mı acımıştı, bir anlık sevdiğini mi hissetmişti beni, inanın bilmiyorum. Ama anlattı, sadece bir kere.

Aynı koltukta, ağacını seyrederken, kafasını her zamanki gibi ileri geri yapıp uzaktaki bir insanı devamlı izlemeye çalışırmış gibi yaparken anlattı bana.

Denizciymiş benim babam. Yan tarafta oturan Hamine teyzenin fasulye sırıkları kadar varmış boyu, omuzlarında bu ev taşınırmış. Kirpiklerinin uzunluğundan gözlerinin elalığına hayran kalmakta geç kalırmışsın, hele sesi, sesi öyle yanıkmış ki, çayın altına söylediği iki türküyü tutuştursan hemen demleniverirmiş demlik, dimdik yürür ve gidermiş hep, dolgun ve sağlıklı yanaklarında hiçbir zaman tek bir tüy bulunmazmış, jilet gibi beyaz üniformasının içerisinde uçmaya hazırlanan güvercin gibi bakarmış anneme.

Çok severmiş annemi, düğünleri bu evin önünde olmuş, gelin damat masasını hemen buraya iliştirmişler. Düğün bitmiş, bir hafta sonrasında bu ağaca kurmuş babam annemi salladığı salıncağı. Bu ağacın altında edilmiş sahanda yumurtalı kahvaltılar, kardan adamlarını da ağzı yüzü hemen yamulmasın diye bu ağacın altına yapmışlar. Benim ilkbahar beşiğimi bu ağaca kurmuşlar, uykularımı izlemişler burada.

Ve babam her gidişinde, aylar süren dönmeyişlerinden önce burada veda etmiş anneme. Annemi siyah diri saçlarından tutup kendine çekerken burada öpmüş alnından, annemin sol gözünden akan yaşı elinin yumuşacık tersiyle burada silmiş. Avuç içlerini yakalamış annem babamın, burada öpmüş deniz kokacak ellerini.

“Hemencecik, dön gel, muşmulalar olgunlaşmaya başlarken.” demiş, son gidişinde annem, bir daha hiç dönmeyeceği gidişinde. Söz vermiş babam, ufacık çantasına koyduğu çocukluğumla, beni de uykumda öptüğü bir sabah gitmiş evden.

Sonrasını tekrar yaşamak istemediğinden olacak sanırım, üç beş cümleyle geçiştirip anlattı annem. Bir ay sonra gelmiş kapıya başka bir beyaz üniformalı, babamın içinde bulunduğu gemi alabora olmuş, çok fırtına varmış, ama birden çıkmış fırtına, kimse beklemiyormuş, ölüsüne dirisine kimseye ulaşamamışlar, Allah’ın koskoca deniziymiş zaten.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir