İSTİKLAL CADDESİ’NDEKİ UMUT
İstiklal Caddesi’nde yavaş adımlarla yürüyordu. Sağında Beyoğlu Han’ın caddeye bakan duvarlarındaki heykeller, solunda Galatasaray Lisesi’nin devasa kapısı ona geçmişin silinmez izlerini hatırlatıyor, içindeki hüzün öfkeyle karışarak kabarıyordu. Kalın telli siyah saçları alnına yapışmış gibiydi. Sessizce taş yolda ilerledi ve İstiklal Caddesi ile Meşrutiyet Caddesi’nin kesiştiği kavşaktaki ellinci yıl anıtının dibine çömelip oturdu. Kendisini biraz sonra gelip alacağını bildiği polisleri beklemeye koyuldu. Gözlerini kıstı ve çok sevdiği İstiklal Caddesi’ne son bir umutla baktı. Sonra kendi adını hatırladı. Umut!..
Adının aksine onun yaşamı umutsuzluk abidesiydi. Hatırladığı çocukluk anıları Okmeydanı Yetimhanesi’nin krem rengi duvarlarına sinmiş kimsesizlikti. Açılmayan demir bahçe kapısı, asla neşeli oyunlar oynayamadığı kederli kaydırakların iniltisiydi. Paslı tahterevallinin gıcırtılı sesinin kulaklarını parçaladığı çocuk parkıydı. Okşanmayan başı, sevgiyi bilmeyen kirli siyah saçlarıydı. Zaman bir türlü gelmek bilmeyen bahar gibi yavaş ve acı vericiydi.
Bu karanlık yılları daha da çekilmez hale getiren ise yetimhanenin müdürüydü. Adam iri yarı, kaba saba, kalas gibi bir akromegali portresiydi. En belirgin özelliği ise ayaklarının büyüklüğüydü. Elli ki numara özel yapım ayakkabı giyen müdürün lakabı Koca Ayakdı. Koca Ayağın “Bunlar ancak dayaktan anlar” diye bir mottosu vardı ki bunu en sert şekilde Umut’a uyguluyordu.
Umut 1966 yılının Mayıs ayının ilk haftasını hatırladığında yüreğindeki pişmanlık hisside hafifledi. O zamanlar dokuz yaşında olan Umut o hafta ciğerlerini kaplayan bakterilerle çetin bir savaş veriyordu. Çelimsiz çocuk sürekli öksürüyor, bazen sarı, bazen yeşilimsi gri bazen de kanlı balgam çıkarıyor ve otuz dokuz-kırk dereceye çıkan ateşi ile yırtık ve kirli yorganın altında tir tir titriyordu. Mikroplar küçük çocuğun ciğerleriyle birlikte sanki tüm vücudunu da yemiş, zavallının kaburgaları sayılacak hale gelmişti. Artık yatağından çıkıp yemek alacak dermanı kalmamıştı. O hafta salı günü hiç yemek yemedi. Birkaç kez yemekhaneye gidecek gibi olduysa da yataktan kalkar kalkmaz sendeleyip döşeğine geri düştü. Yüzü sapsarı, gözlerinin etrafı mor, elleri örümcek ağı gibi cılız ve zayıftı. Koğuş arkadaşlarından Osman “gidip sana yemek getireyim” dediyse de Umut kabul etmedi. Eğer Osman ona yemek getirirken yakalanırsa Koca Ayağın onu önce eşek sudan gelene kadar döveceğini, sonrada iki günlük istikakını keseceğini biliyordu. Çünkü Koca Ayak “Yemekhaneye gelmeyene yemek
yok” diyor, “Burası otel değil, herkes yemekhanede ve sadece yemek vakti karnını doyuracak” diye höykürüyordu.
Salı gününü aç geçiren Umut çarşamba gününün kahvaltısını ve öğlen yemeğini de kaçırdı. Fakat ikindi vakti geldiğinde artık dayanacak hali kalmadı. Son bir kuvvet yatağından doğruldu, ranzalara ve duvarlara tutunarak bodrum katındaki mutfağa ulaştı. Kapıyı kolaçan edip kimsenin olmadığını görünce içeri sessizce girip ekmek sepetinden yarım somunu alıp yeleğinin altına sakladı. Kapıyı açıp tam adımını dışarı atmıştı ki, Koca Ayağı kapının eşiğinde kendisini beklerken buldu. Onu görür görmez başından aşağı kaynar sular döküldü. Zaten ateşler içinde yanan çocuğun tüm vücudu sanki cehennem sıcağında kavruldu, ne yapacağını bilmez halde kurumuş dudaklarından hasta olduğunu anlatmaya çalışan boğuk birkaç kelime döküldü. Ama Koca Ayağın onu ve bahanesini dinlemeye niyeti yoktu. Kürek gibi koca eliyle Umut’un soluk yüzüne tokadı bastığında sıska çocuk bir tarafa, yarım somun ekmek diğer tarafa yuvarlandı. Ağzı kanlar içinde kalan Umut sersemleyip yerde kıvranırken Koca Ayak kösele ayakkabısı ile Umut’un kafasına bastı ve tüm ağırlığını o ayağının üzerine vererek yerdeki somunu alıp sepete geri koydu. Günlerdir aç ve susuz olan çocuk bu acıya daha fazla dayanamadı ve oracıkta bayıldı.
Aslında Umut’u yaşama bağlayan üç sebep vardı. Biri gündüzleri hayalini kurup geceleri rüyasını gördüğü ve onu yetim yurduna bırakırken beleğine iliştirdiği mektubunda “ oğulcuğum, seni, penceresiz tek gözlü evimde, soğuktan ve açlıktan ölme diye buraya bırakıyorum, benim ciğer parem, canım oğlum” diyen annesine kavuşmak, biri Koca Ayağa olan intikam duygusu ve hırsı diğeri de tek dostu Osman’dı.
Osman hep kitap okuyan, hiç kimseye bulaşmayan, sürekli gelecek iyi günlerin hayalini kuran Umut’tan iki yaş büyük bir çocuktu. Okuyup öğretmen olmak istiyordu. O Umut’un yetim yurdundaki gerçek tek dostu ve abisiydi. “Bu şerefsiz müdüre kızıp içindeki iyiliği, güzelliği, merhameti ve insan sevgisini asla kaybetme.” dediğini hiç unutmasa da, Osman on sekiz yaşına gelip girdiği üniversite sınavını kazanıp hayalindeki eğitim fakültesine gittiğinde Umut’un içindeki melek şeytana yenik düştü. Umut Osman’ın elini öpüp onu yurttan yolcu ettiğinde on yedi yaşındaydı. Artık kemikleri ve kasları gelişmiş, omuzları genişlemiş, gücü kuvveti yerine gelmiş, boy atıp serpilmişti.
Osman’ın yurttan ayrılışından sonra onu yetim yurdunda tutan, içindeki kini ve öfkeyi dizginleyen, yaşadığı sefil hayata sessizce sabretmesini sağlayan iyilik bağı artık kopmuştu. İşte tam o zamanlarda yurttan Koca Ayağı haşat ederek ayrılmayı kafasına koydu. Önce
gözlemle işe başladı. Artık tüm işi gizli gizli düşmanını izlemek olmuştu. Günlerce Koca Ayağın her hareketini takip edip notlar aldı. Sonunda en uygun zamanı buldu. Cuma günü öğlen vakti Koca Ayak odasında yalnız kalıyor, çocuklar öğlen yemeğine iniyor, erkek memurlar cuma namazına giderken, bayan personeller de erkeklerin yokluğunu fırsat bilip çay pasta faslına geçiyorlardı. Koca ayak ise bir saat on dakika odasında yalnız kalıyordu.
1974 yılında Ağustos ayının ikinci cuma ezanı okunurken Umut intikam zamanın geldiğine karar verdi. Saat on iki buçuk olduğunda harekete geçti. Müdür odasına sessizce yaklaştı. Etrafı kolaçan edip kimsenin olmadığından emin olunca da kapıyı hızlıca ve sert bir şekilde açıp içeri daldı. Koca Ayak koltuğunda oturup bir yandan sigarasını tüttürüyor bir yandan da kahvesini yudumluyordu. Umut’u bir anda karşısında gören Koca Ayağın gözleri fal taşı gibi açıldı. Koca Ayak “lan ne oluyor? Sen benim odama…” diye bağırarak ayağa kalkıp toparlanır gibi olduysa da Umut sözünü bitirmesine fırsat vermeden üzerine bir kaplan gibi atladı. Masanın üstünden uçup koltuğuyla birlikte Koca Ayağı yere devirdi. Sol eliyle yakasından tutup sağ eliyle de balyoz gibi yumruklarını suratına indirdi. Umut adamın önce kafasını sonra da koca ayağı dahil tüm kemiklerini tek tek kırdı.
Müdür odasından yükselen gürültüyü diğer çocuklar duydu ise de kimse oralı olmadı. Onlar için bu sesler, bu bağrışlar, bu iniltiler sıradandı. Çocuklar “Koca Ayak yine kimi dövüyor” diye kendi aralarında fısıltı ile konuşup her zaman olduğu gibi ortadan kayboldular. Umut ise avını parçaladıktan sonra ayağa kalktı, üstünü başını topladı ve yerde yatan Koca Ayağa son bir kez bakıp ağız dolusu küfürler ettikten sonra hızlı adımlarla odadan çıkıp kimselere görünmeden yurttan uzaklaştı ve yüz elli metre ilerdeki otobüs durağına gitti. İlk gelen Taksim otobüsüne binip gizli sığınağım dediği İstiklal Caddesi’nin yolunu tuttu. Bindiği otobüs yetim yurdunun önünden geçtikten on dakika sonra önce bir ambulansın acı sesi duyuldu sonra da kendisi kapıda göründü. Olağan dışı bir durum olduğunu anlayan çocuklar ambulansla kapı arasında bir geçit oluşturacak şekilde dizildiler. Koca Ayak paramparça olmuş, hareketsizce kanlar içinde sedyede yatıyor kimsecikler ölü mü sağ mı olduğunu anlayamıyordu. Sağlık personelleri Koca Ayağı çocukların arasından hızlıca ambulansa götürdükten sonra onun yurttan gittiğini gören çocuklar birbirlerine sarılıp sevinç gözyaşları döktüler ve halay çekip oynadılar.
Umut ise otobüsten inip İstiklal Caddesi’ne geldiğinde yıllardır içini kemiren intikam duygusundan arınmış ve ruhu hafiflemişti ama bu mutluluk çok uzun sürmedi. Her zaman olduğu gibi gerçekler kapıyı çaldı ve Umut kendisini bekleyen sonu düşünmeye başladı. Onu
hayata bağlayan üç halattan biri olan ve abim dediği Osman’ın merhameti gitmiş, Koca Ayağa olan öfke ve intikam duygusu da onu parçaladıkça bitmişti, artık yalnızca annesine kavuşma isteği kalmıştı ki, o da polislerin gelmesiyle kısa bir süre sonra bitecekti. Koca Ayakla birlikte annesine kavuşma umudu da ölmüştü. Biraz sonra polisler gelip onu alacak bu sefer de başka bir hapis hayatı başlayacaktı. Önce kaçmayı düşündüyse de sonra bundan vazgeçti. Sonbaharda çınar ağacındaki kuru yaprak gibiydi. Rüzgar hangi yönden esmiş ne önemi var düşeceğinden emindi. Kendisini almaya gelecek polislere direnmeden teslim olmaya karar verdi. Hem bütün hayatı yetim yurdunda geçmiş olan on yedi yaşındaki bir çocuğun gidip sığınacağı, gözden kaybolup saklanacağı neresi vardı ki.
Umut göğe doğru yükselen anıta sırtını dayadığında hissettiği soğukluk ona Koca Ayağın kösele ayakkabısı ile beton arasında sıkışan kafasının hatırlattı ve dudaklarından:
“Şu dağlarda kar olsaydım, olsaydım,
Bir asi rüzgâr olsaydım, olsaydım,
Arar bulur muydun beni, beni,
Sahipsiz mezar olsaydım, olsaydım?” şarkısı dökülmeye başladı. Belki yalnızca o duyuyordu Ahmet Kaya’nın kederli sesini belki de bütün İstanbul.
Bir süre sonra şarkı sustu ve Umut tekrar kendisini kor ateşlerde yanarken buldu. Belki yaşadığı tüm hayat yakıcıydı ama O’nun içini yakan ateşin asıl sebebi bir kerecik olsun annesine “seni seviyorum ve seni affediyorum” değip sarılmamasıydı. Yıllardır annesini hayal edip onu düşünen Umut umutsuzluk esintilerinin estiği İstiklal Caddesi’nde;
Bekledi!.. Bekledi!.. Bekledi!..
Her polis otosu geçtikçe ayağa fırlayıp ellerini kelepçelere uzatacak oldu, her siren sesi duydukça “buyurun alın beni” dedi. Zaman geçmek bilmiyor, polisler bir türlü gelip onu yaka paça götürmüyorlardı. Saatler geçtikçe açlık ve susuzluğun da etkisiyle zihni iyice bulanıklaşan Umut artık kendi kendine konuşuyor, etrafa donuk gözlerle bakıyor ve gerçekle düş arasında gidip geliyordu. Sonra birden yaklaşık yirmi metre ilerideki Çiçek Pasajı’nın önünde bir polis minibüsü durdu. Minibüsten gruplar halinde inen polisler her zamanki olağan nöbet değişimini yapmak üzereydiler. Fakat saatlerdir kendisini almaya gelecek polisleri bekleyen Umut bütün bu ekibin kendisi için oraya geldiğini düşündü. Tam annesinden sonsuza kadar koptuğuna karar vermişti ki birden uçan balon satan bir seyyar satıcı gözüne
ilişti. Hemen sonrada bir çiçekçi önünde beliriverdi. Baloncu ve çiçekçi melekler gibi göründüler Umut’un feri sönmüş gözlerine. O anda annesine ulaşmanın bir yolunu buluverdi. Umut çiçekçiden bir gül ve baloncudan da uçan bir balon alıp balonun sallanan ipinin ucuna gülü, gülün altına da annesinin onu yetim yurduna terk ederken yanına koyduğu ve yıllardır hiç yanından ayırmadığı naylon poşet içinde cebinde sakladığı mektubu bağladı ve yavaşça ayağa kalktı. Uçan balon da ondan önce sağ elinde gökyüzüne doğru hareketlendi. Elinde uçan bir balon, balona bağlı bir gül, güle bağlı bir poşet gören polislerin dikkatini hemen çekti bu görüntü.
Bunu gören polis şefi;
“Hey delikanlı olduğun yerde dur. Sakın hareket etme, yavaşça yere yat” dedi ve ekledi:
“Elindeki balonu da sakın bırakayım deme.”
Saatlerdir annesini düşünerek hayaller kuran Umut sağ elini yukarı doğru kaldırmaya devam etti. Polis şefi bu sefer daha sert, tok bir sesle ve hiddetle bağırdı:
“Sakın o balonu bırakayım deme, sakın ha, sakın o balonu bırakma ve yavaşça yere yat!”
Umut polis şefini duymuyor gibiydi. O yalnızca bir daha asla ulaşamayacağı annesini düşünüyor, onu kucakladığını, sarılıp yanaklarından öptüğünü hayal ediyordu. Elindeki uçan balon belki annesine ulaşması için son şansıydı. Polis şefi karşısındaki şüphelinin elini iyice yukarı kaldırdığını görünce bu sefer avazı çıktığı kadar bağırdı;
“Bu sana son ihtarım. Hemen yere yat, yoksa ateş açılacak!”
Umut gözlerini diktiği turkuaz mavisi gökyüzünde dolunay gibi parlayan annesinin gülümseyen yüzüne bakıyor, ona sıkıca sarıldığını hissediyordu. Sanki ayakları yerden kesilmişti ve bir melek gibi kanatlanıp uçuyordu. İşte annesi oradaydı. Hem de tam hayal ettiği gibi gül yüzlü, sıcak bakışlı ve sevgi doluydu. Umut kollarını yukarı doğru açıp “anneee” diye seslendi ve ona doğru koşarken elindeki uçan balonu bırakıverdi. Annesi yıllardır oğlunun gelmesini beklediği penceresinde uçan balonu yakaladı. Önce gülü alıp kokladı, sonra da Umut’un “Seni seviyorum anneciğim ve seni affediyorum” diye yazdığı notu okudu.
Uçan balona tutturulmuş bir poşetle kendilerine doğru koşan şüpheliyi gören polislerden biri balon Umut’un elinden birkaç santim uzaklaşmıştı ki tetiğe dokunuverdi ve tiz bir silah sesi tüm İstiklal Caddesi’ne yayıldı. Bu ilk sese diğer kurşun sesleri de eklendi.
Hayat bir anda durdu ve ılık bir sessizlik tüm caddeyi kapladı. Umut sırt üstü yere doğru düşerken gökyüzünde annesini görerek onun sıcaklığını hissediyor ve havai fişeklerin rengârenk ışıltıları eşliğinde hayatının tek ve en mutlu kutlamasını yaşıyordu.
Ebubekir Emre MEN. 11.8.2015.İstanbul