MENİCE
Meriç’in sularının ne zaman bükülüp ne zaman düzleneceği bilinmediği bir vakitte yol alıyorlardı. Menice, botun en arka kısmında kardeşiyle birlikte neredeyse yatacak vaziyette oturuyordu. Kafasına taktığı koyu mavi renkteki beresi, örgülerinin arasından çıkan saç tellerini kısmen kapatıyordu. Altında botu sürükleyen suyun kıvrımlı dansı, sırtına ıslak masajlar yapıyor ve uyumasına engel oluyordu. Gece rengi gözlerine bakan gökyüzü, yorgun ve solgun yüzünün tüm çelimsizliğini savurup atıyordu. Annesinin hırkasının ucundan tutan küçük kız kardeşi, sisli sesiyle:
Ne zaman ineceğiz anne?” dedi.
İç huzursuzluğunu çocuklarının gülümsemeleri ile dağıtan kadın:
“Az kaldı Meryem co, denize bakmaya devam et. Eğer bir balık görürsen hemen bana söyle de yakalayalım. Cebimize koyar, afiyetle pişirip yeriz belki sonra.”
İçindeki kuş yuvasından kanat çırpıntıları gelen Meryem, uyuşuk bacaklarına rağmen olduğu yerde dikleşip heyecanla annesine cevap verdi. “Sahiden mi anne?”
“Sahiden tabii,” dedi kadın son gücüyle.
Menice, annesinin çehresindeki tükenmişlik halini görüyordu. Merhametle ona baktı ve ”Ne kadar da şanslıyım, güzel yürekli bir annem var,” dedi içinden. Afganistan’da annesi ölen, Taliban’a yakalandıktan sonra bir daha geri gelemeyen çok kadın vardı. Bir tanesi de annesinin en yakın arkadaşı Leyla teyzesiydi. Gözünün önünde arabaya zorla bindirilip kaçırılmıştı da annesi gözyaşlarını kolunun ardına saklaya saklaya ağlamıştı ardından.
Botta bir sevinç çığlığı duyuldu. “Geldik, geldik!”, “Kurtulduk!” diye bağırıyordu öndekiler. Kadın heyecanla çocuklarına dönüp “İşte geldik, şimdi ineceğiz,” dedi. Plastik kokulu botun en ön ucunda oturan kara suratlı bir adam “Susun!” diye bağırdı işaret parmağını morumsu dudaklarına götürerek. “Askerler sınırda bekliyorlar, gizlice geçmemiz gerek! Hepiniz sessiz olun!”
Meriç’in hırçın sularının aşındırdığı yabani kıyılara yanaştılar. Erkekler, pantolonlarının ıslanmasına aldırmayarak serin sulara attılar kendilerini. Küçük çocukları, çamaşır asar gibi koltuk altlarından tutup karaya indirdiler. Kadınlar ağaç gövdesini andıran damarları elleriyle eteklerini korudurlar rüzgârdan.
Gemiden en son Menice ve küçük kız kardeşi indi. Annelerinin elini sıkı sıkı tutan iki kardeş, sararmış bıyıklarının altına sigara yerleştirmiş, para sayan bir adama bakıyorlardı. Babaları kemerinin altına tepiştirdiği bir tomar parayı, gözünün ucuyla bile bakmadan verdi adama. Adam “Haydi geçmiş olsun,” dedi. Baba kafasını hafifçe eğdikten sonra –bu tereddütlü bir teşekkür ifadesiydi- Menice’nin yanına geldi ve “Gidiyoruz,” dedi.
Belki bulundukları topluluktan sadece yirmi adım uzaklaşmışlardı ki üniformaların içinde bile cılızlıkları hissedilen mavi gözlü Yunan askerleri ellerinde silahlarla sahile indiler. Menice’nin babası “Koşun!” dedi. Melikleri havada sallanan çocuklar neden kovalandığını bilmiyor, koskoca dünyaya niçin sığamadık diye düşünüyorlardı. Yoksa sahiden dünya çok mu küçüktü? Annesi Allah’ı anlatırdı Menice’ye. Dünya üzerindeki herkesin ve her şeyin Allah’a ait olduğunu söylerdi. O halde bu sahili, koştuğu çalılıkları, cephanelerinde taşıdığı mermileri, onları buraya getiren denizi neden bu kadar sahiplenmişti bu sinirli adamlar? Güneş, ayrım yapmadan her yerde doğuyor ve batıyordu. Ayı herkes görebiliyordu. Toprağa dikilen her ağaç büyüyordu. Oksijen de sınır çizmiyordu havada dağılmak için. Çocuklar neden istediği ülkede yaşayamıyorlardı? Yoksa insan, yaratılmışların en ayrım yapanı mıydı?
Düşünceler adımları çoktan sollamıştı ki hızlı soluk alıp verişlere karışan ayakların karşısına birden bir asker çıktı. Baba, karısını ve çocuklarını arkasına alarak dirseklerinin gerisiyle onları kavradı. Anne ağlamaya başlayan Meryem’i sağ bacağına yapıştırmış, parmaklarını küçük kızın saçlarına dolamıştı. Menice’nin sessiz bağırışları, içine akan gözyaşlarına dönüşmüştü.
Asker doğrulttuğu silahın arkasından “Sikóste ta chéria sas!”(Kaldırın ellerinizi!”) diye bağırdı.
Ellerini kaldırdılar. Üç asker daha yanlarına geldi. İtekleye kakalaya onları iki arazi arabasının olduğu açıklığa getirdiler. Siyah renk olan arabanın arkasında babasının para verdiği adamı kaputa yaslanır halde buldular. Adam, babayı görünce seyrek dişlerinin arasından çürük bir gülüş attı. Baba “Namussuz herif!” diye bağırdı. Tükürükleri aklı toy bir askere gelince karnına taş gibi bir yumruk yedi. Yetmedi; cebinden telefonunu, kolundan saatini, kemerinin içinden parasını aldılar.
Asker anneye de bir adım attı. Korku dolu gözlerle kocasına bakan kadın “dokunmayın, bende bir şey yok!” dedi. Asker beyaz avuçlarından taşan istekle kadının orasını burasını yokladı. Kocasının bağırışlarından zevk alan postalı hiç kirlenmemiş yaratık, kadının boynundan eski gümüş bir kolye çıkardı. Tespih sallar gibi havada salladıktan sonra cebine yerleştirdi. “Válte aftoús tous anthrópous sto aftokínito!” (Bindirin bu diğerlerini de arabaya!) dedi asker. Üst üste koyun taşır gibi yerleştirilen insanlar, bir türlü varamadığı başlangıçların uyruğunu sorguluyorlardı. Baba, anne ve küçük kardeş Meryem siyah arabaya bindirildi. Arabanın tepesindeki asker Válte to koritsáki sto állo aftokínito, den ypárchei méros! (Küçük kızı diğer arabaya koy, yer yok!) dedi. Menice küçük balık kadar ayaklarıyla koşmaya yeltendi annesine. Çığlık attı. Annesi avuçlarını ısırdı öfkesinden. Askerlerden biri zorla kucağına alıp diğer arabanın kalabalığına fırlattı onu. Annesi “inşallah” haykıran gözleriyle “Gittiğimiz yerde buluşacağız, korkma!” dedi.
Siyah gözlerinin kıyılarından akan damlalar, kalemle çizilmiş gibi ince dudaklarının yan çıkıntısına giriyordu. Oflamak için ağzını açtığında gözyaşlarını içmişti Menice. Diline değen tuzlu tat, yüreğinin acısından daha fena değildi. Ayak dirseklerini göğsüne doğru çekmiş, üşüyen burnunu pantolonuna dayayarak ısıtmaya çalışıyordu. Etrafındaki herkes yabancıydı ama hepsi insandı. En az askerler kadar insandılar. Onların da sevdikleri insanlardan ayrılmış olabileceği ihtimalini düşündü. Güneşe kendini bakmaya zorlayan kadının yüzünde evladını kaybetmenin hüznü vardı sanki. Gözünü hiç kırpmadan boşluğa diken bir başka adamınsa eşi ölmüş gibiydi. Çocukların oyuncakları evlerinde kalmıştı belli ki. Yaşlı olanlar yaşam yorgunuydu. Belki başlarında gözlerini onlardan hiç ayırmayan askerin de sevdiği biri yitmiştir diye düşündü çocuk. Hepsine içi aynı yangınla yandı.
“Çocuk olmak ne zor,” diye düşündü Menice. “Boyun ufak diye acıyı en derinden hissetmediğini zannediyorlar.”
Araba tel örgülü duvarların önünde durdu. Askerler bağıran kalabalığın seslerine aldırmadan, insandan başka bir varlıkla karşı karşıyaymış gibi silahla iteklediler mültecileri. Yol yorgunu bu insanlara ellerini dahi sürmek istemiyorlardı. Sanki lağımın dibinden gelmiş, kokuları sineklerin cazibesini kazanmaya layıkmış gibi davranıyorlardı. Direnenlere karşı üç el ateş etti arabanın tepesindeki asker. İnsanlar başlarını eğip nereye koştuklarını bile bilmeden çil yavrusu gibi dağıldılar. Menice “Anne! Neredesin?” diye bağırdı. Koştu, döndü, dolaştı ama kimseyi bulamadı. Bir ara annesinin şalının aynısını takmış bir kadına “anne!” diye dokundu ama yanılmıştı. Sonrasında çoğunluğun ilerlediği alana yürümek zorunda kaldı. Birkaç kere yere düştü, kafasına küçük gelen şapkasını ezilmekten zor kurtardı ama annesini bulamadı. Herkes kendi derdine düşmüş, sinir nöbetleri geçiriyordu. Annesinin anlattığı mahşer gününü düşündü. “O gün bugün olabilir mi?” dedi fısıldayarak.
Küçük kız yoruldu, çimenlerin arasındaki yalnız bir taşa oturmaya karar verdi. Acıkmış, üşümüş ve içinde kocaman bir boşluk belirivermişti. Daha önce hiç kaybolmamıştı. Birinden babasını aramaya niyetlendi ama sonradan babasının telefonunu askerlerin aldığını anımsadı. Gece kendini kapatmış ve sabah bir daha açmamış papatya gibi küstü düşüncelerine. Çözüm yolu bulamadıkça daha fazla telaşlandı ve sonsuza kadar sadece acıyı hissedeceğini sandı.
On beş metre kadar uzaktaki muhabir canlı yayına hazırlanacakken küçük kızı gördü. Etrafındaki bütün sesler, görüntüler o an donmuştu. Menice hariç her şey, buzlu tuğlanın gerisinde kalmıştı sanki. Kameraman arkadaşına “şimdi geliyorum,” diyerek yanından uzaklaştı. Yürüyüşlerine kızın öyküsü karışıyor, acıklı bir müziğin sesini dinlemeye başladığını hissediyordu. Yanına geldiğinde ürkütmemeye gayret ederek küçüğün hizasında eğildi.
“Merhaba çocuk, ismin ne?” Menice sessiz kaldı.
“Karnın mı acıktı, askerler bir şey mi yaptı?” Çocuk yavru kedi gibi tünediği taşın üzerinde sessizliğini koruyordu.
Genç adam cebinden bir paket çubuk çıkardı ve kıza uzattı. “Aç görünüyorsun, istersen yiyebilirsin,” dedi.
Saatlerdir boğazından bir şey geçmeyen kız, bulutlu gözlerini dünyanın en güzel yemeğine çevirerek yavaşça elini uzattı. “Korkmana gerek yok,” dedi genç ve gülümsedi. Çocuğun dilsiz veyahut dilini bilmediğini sandı. Umudunu yitirdi, çömeldiği dizlerini tekrar doğrulttu. Arkasını dönüp gitmek üzereyken küçük kız bağırdı: “ Adım Menice. Annemle babamı kaybettim!”
Adam arkası dönükken omzunun üstünden kıza baktı ve hızlıca geri döndü. “Nerede kaybettin?” dedi acımsı bir bakışla.
Dili döndükçe olanları anlatan Menice, büyüyen gözbebeklerinin derinlerinde yardım çığlıkları atıyordu. Dünyayı yeni tanımaya başlayan bir yabancıydı sanki. Anlatırken korkunç günü bir kez daha yaşıyor ve zaman zaman titremeye başlıyordu.
Genç adam benliğinde var olan “bir şeyleri değiştirebilirim” gayretini kendinde gördü. “Gel benimle,” dedi ve kızı apar topar kameranın karşısına geçirdi. Kameramanın şaşkınlığına ve hatta “Ne oluyor?” demesine bile zaman kalmadan canlı yayın başladı. Ne olduğunu anlamayan Menice, biraz önce kendisiyle çok rahat konuşan bu adamın, elinde mikrofonla nasıl da ciddi birine dönüştüğünü izledi. Sonra adını duydu.
“…küçük Menice’yi ve ailesini sınır dışı ettikten sonra çaresizce kendi haline bırakan Yunan askerleri, vicdansızlığın ne olduğunu bugün bizlere gösterdiler. Henüz 12 yaşında olan ve ailesini kaybeden Menice’nin kalacak ve gidecek bir yeri yok. Üstelik onu bulduğumuzda korkmuş ve acıkmış haldeydi.” Kıza dönerek: “Menice, ne hissediyorsun?”
Büzülmüş dudaklarının arasından yaprak gibi savrulan sesiyle, “Ailemi çok özlüyorum. Burada herkesin ailesi var. Biz onlara ne yaptık, neden ailemle bizi ayırdılar?” dedi. Aklına anne ve babasının ölmüş olabileceği fikri geldi sonra. Boncuk boncuk akan damlalarına engel olmadan “Daha önce birini öldürdüklerini duymuştum,” dedi ve boğazının düğümleri dudaklarını da kilitledi. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra muhabir, çocuğun daha fazla yıpranmasını istemedi ve mikrofonu kendine döndürdü.
Canlı yayın bittiğinde güneş ılık ballı süt renginde batıyordu. Menice çubuğunu yemiş, altta kalan tuzlara ulaşmak için parmaklarını paketin dibine uzatıyordu. Muhabir yanında bir kadınla tekrar geldi. “Sana bir abla buldum, aileni bulana kadar onların yanında güvende olacaksın,” dedi. Kadın Menice’nin annesine benziyordu, bu yüzden bu fikri hiç yadırgamadı. Hatta biraz gülümsedi bile. Kadının elinden tutup onların kaldıkları yere gitti. Bir ağacın altına serdikleri incecik bez, kadın ve iki çocuğunun aynı yerde yaşamasına yetecek bir dünya gibi gözüktü gözüne. Kendi evlerinin önünde bebekleri için kurduğu piknik alanına benziyordu burası. Yemek yemek için çantadan mutfakları, konuşmak için minderleri, üstlerini örtmek için battaniyeleri, su şişelerini koymak için bile yerleri vardı. “Dört duvarsız incecik bir bez parçası yaşamaya yetiyordu da dünya nasıl yetmiyordu başkalarına,” diye düşündü çocuk. Bir köşeye kıvrıldı ve dalların arasından ışık süzmeleri yayılan ayı seyrederek uykuya daldı.
Sabah hızlı adımların yüzüne yapıştırdığı tozlarla uyandı. Üzerindeki örtüyü ayaklarına doğru yavaşça itti. Ağrıyan beline aldırmadan doğruldu. Dün akşamki kadın, insanların arasından gülümseyerek ona doğru yaklaştı. Yırtık çantanın içinden beyaz bir tülbent çıkardı. Üzerine yattığı örtünün üç beş adım ilerisinde tülbenti ıslattıktan sonra kıza yaklaştı ve göz kırparak yanaklarını, dudaklarını, gözünün içindeki çapakları sildi. Aynı çantanın içinden yarım kuru ekmek çıkardı, ona uzattı. Midesinin kendini sindirdiğini sanan çocuk iştahla yemeye başladı ekmeği. Az kalsın ağzına yanlışlıkla giren saç tellerini de yiyecekti. Kadın acıklı bir gülümsemeyle yere baktı. “Bir çocuğun aç kalması ne felaket bir olay,” diye geçirdi aklından.
Çocuk ekmeğin yarısına geldiğinde uzaktan ona doğru gelen muhabiri gördü. Gözlerinin ışıltısı ta uzaktan bile belli oluyordu. Neredeyse koşuyordu. Menice ekmeği elinde, ayağa kalktı ve adamın iki dudağının arasından çıkacak sözü bekledi. Genç adam soluklandı ve sonra “Aileni bulduk Menice. Ayakkabılarını giy ve gidelim,” dedi sevinçle. Menice gamzesine sakladığı gülüşünü ortaya çıkararak arkasındaki kadına sarıldı. Sessiz ama içten bir teşekkür ile ayakkabılarını giydi. Muhabir ve birkaç iyi giyimli adam ile arabaya bindiler. Küçük kız arabada önce annesine mi babasına mı yoksa kardeşine mi sarılsa diye düşünüyordu. Annesine sarılmaya karar verdi çünkü dünkü kadın annesine olan özlemini baya bir arttırmıştı. Minik kalbinde ilerleyen hasretin sayacı yavaşlıyor, kendini bekleyişlerin sabırsızlığına teslim ediyordu. İçini hırçınca saran korku sarmaşıklarını, elinde kalınca bir baltayla söküp almıştı ilerledikleri yol. Kendini gelişigüzel serpilmiş, güneşin altında günlerce kavrulmuş ve sonra tam çürümeye yüz tutacakken suyu kavuşmuş bir tohum gibi hissediyordu. Düşmüş ve kalkmış, boğulmuş ve canlanmış, kanatları kırılmış ama iyileşmiş…
Cebine koyduğu ekmeğin yarısını ancak yiyebilmişti, “Kalan yarısını Meryem co’ya veririm,” diye düşündü. “Acıkmış olmalı, hiç balık yakalayamadı ki…”
Araba durdu, muhabir camdan dışarı bakıp gülümsedi. “Ailen dışarıda seni bekliyor,” dedi.
O an küçük kızın bakışlarındaki teşekkür, muhabire bir ömür yetecek cinstendi. Ellerinin üstünden uçmaya hazır bekleyen kuşlar, muhabire dönmüş cıvıldıyordu. Sabırsız ayakları, kavuşma yüklü kahkahalar atıyordu.. İkisinin de yürekleri demlendi, içlerindeki boşluğu talihsiz bir öykünün mutlu sonuyla doldurmuşlardı.
ÖYKÜ
FATMA BETÜL ODABAŞ