Betül Odabaş,  Öykü

Geçmemişlik

Arabadan iner inmez meraklı gözlerin fısıltılı konuşmalarına maruz kaldım. Uzaktan beni gören kadınlar, içinde “acaba” geçen cümleler kuruyor; çocuklar, mahalleye sanki insan yiyen bir canavar gelmiş gibi benden uzaklaşıyorlardı. Suratımın buz tutmuş hareketsizliğinden olacak, hoş gelmeyen misafiri olmuştum bu sokağın. Oysa on yedi yıl önce tüm huysuz dedelere rağmen karşımda duran camii’nin önünde kovalardık havası inmiş topları. Hatta kapısının hemen bitişiğindeki ağacın üzerine kazıdığım ismimin baş harfini bile görebiliyordum. Evimin hemen sol çaprazında kalan mahalle bakkalı ise soluk kireç rengi boyalı, çatlak duvarlı, bitkin haliyle zamana direniyordu. Bir sakız alabilmek için evdeki tüm ekmekleri yedikten sonra annemin, evin içinde terlikle kovalayışlarını anımsatmıştı bana bu dükkân.

Mahallede değişen şeyler de vardı tabii. On yedi yıl önce “evim” dediğim binanın dışı çok değişmişti. Bazıları balkonlarını salona katmış ya da uzun geniş camlarla kapamıştı sokağa kendini. Çoğu aile de demir parmaklıklarla hapsetmişti güvenlerini içeriye.

Onca bakışlar içinde durduğum yerde daha fazla dikkat çekmek istemedim. Dayımdan aldığım anahtarı elimde sımsıkı tutarak girdim bozuk apartman kapısından.

Attığım her adımda canlanan geçmişim, derin bir düşten uyanıyor gibiydi. Her defasında bir basamak daha ilerisine gitmek boğazımdaki yumruya bir düğüm daha atmak demekti. Hiç öğrenemediğim bir sırrı çözmek üzereymiş gibi aydınlanıyordu her katta sensörlü ışık. Dördündü katı da aştığımda yolun sonuna gelmiştim. İçeriye girmeden dolan gözlerim, susuz kalmış bir çiçeğe kana kana su içirecekmiş gibiydi.

Anahtarı delikte iki kere çevirdim. Kapıyı açtığımda yıllarca içimde kurduğum, büyüttüğüm ve yaşattığım hayal gerçeğe dönüşmemişti. Beni kimse karşılamamış, boynuma atlayan kimse olmamıştı. İnsanın yüreğini sağır edecek sessizlik buyur etmişti beni. Usulca içeri sokulduğumda, annemin “gökyüzüsü olmayan pencere” dediği çerçeve duruyordu karşımda. Yanmış, parçaları dökülmüş ve ölmüş gibiydi. Manzarası yan binanın, tuvalet penceresine bakıyordu ve küçük bir çocukken bile önünden geçmek çok sıkıcıydı. Annem çirkinliğe güzellik biçmeyi seven, ruhu olan bir kadındı. Bu yüzden o camın tek güzel yanı annemin eliyle oyaladığı ve güzel bir elbise gibi uçuşan kolalı dantel perdesiydi. Artık burada perde yoktu ve çırılçıplak haliyle bildiğim çirkinliğine geri dönmüştü.

Üç beş adımla mutfağa çevirdim yönümü. Grileşen duvarların, sararan dolapların arasında tüm ölü kokusunu bastıran annem duruyordu. Ufak yer soframıza oturmuş, elinde tuttuğu hamuru ufak parçalara ayırıyor ve avcunun içiyle zuvalama yaptıktan sonra tepsiye geri koyuyordu. Pembe çiçekli, pamuksu havluyla bir bebeğin üstünü örter gibi kapatıyordu üstlerini hamurların. Çayından bir yudum alıp arkasına yaslandı. Yüzünü buruşturarak oflarken ayaklarının yerini değiştirdi.  Kapının ardındaki yavru bir kedi, üşümüş bir kuş, yurtsuz bir çocuktum şimdi ben. Annemse elinde merdanesiyle dünyaya şefkat dağıtan bir kadın gibi un serpiyordu masaya. Oklavanın altındaki hamur; yaptığım hatalar, kusurlarım, kursağımda kalanlar ve boğazıma düğümlenenler gibi eziliyordu. Annem yavaş yavaş açıyor, düzeltiyor ve büyütüyordu beni.

Zihnim geçmişin aynasında, anılarımın hapishanesinde tutsak kalmıştı. Geriye doğru adımlarla banyoya girdim.

Derz aralarına çöken siyah lekeler, babamın işten geldikten sonra tırnak aralarında yaşam bulan o siyah pisliklere benziyordu. Annem hem bu kırık, dikdörtgen yeşil renkteki fayansları hem de babamın tırnaklarının aralarını temizlemek için çok uğraşırdı. Şimdiyse zihnimdeki sahnesinin ortasında duran annem, sobanın üzerinde kaynattığı suyla çeşmeden alıp ılıştırdığı suyu karıştırmış, rengi soluk leğenimizin içinde küçük Cemal’imi yıkıyordu. Leğenin içinde gazete kâğıtlarından yaptığı gemilerini minicik elleriyle ileri geri oynatan Cemal, “fuu fuu” sesleri çıkarıyordu. Gözüne kalıp sabunun köpüğü kaçtığında, tam ağlayacakken başından aşağıya suyu döküveriyordu annem. Bu sefer su sıcak diye hoplayacakken annemin sesi yükseliyordu sinirli sinirli: “Oynaşma! Üstümü ıslatacaksın be!”

Havada kalıp sabunun duru kokusu, yüzümü nemlendiren buhar, tenimi ısıtan sıcaklık, Cemal’in yutkunmalarına gömdüğü hıçkırık, annemin kolundan içeriye akan ılık su…

Tam karşımda duran aynada kendimi görünce birden karardı ortalık. Ruhum, zihnimde sıkışıp kalmış gibi daraldıkça daraldım küçücük odada. Salona vardığımda kutu gibi evin içerisinde saatlerce koşmuş gibi yorulmuştum.

Buranın karanlığı, güneşin aydınlığına galip gelmiş gibiydi. Bir divanda üzerinden örtüyü atıp sırt üstü yatan kendimi gördüm. O gece de her zamanki gibi ödevlerini bitirmiş, ortaya konan meyve tasından kocaman bir elmayı mideye gömmüş,  annemin zoruyla namazı yarı açık gözlerle kılmış ve yatmıştım. Salonun ortasından hızlıca geçen farenin çıkardığı tıkırtıyla rahatsız olup sol yanıma döndüm. Bu arada açık kalan pencereden usulca giren rüzgâr, enseme tatlı tatlı dokundu. Uykumun en derin yerinde alnıma konan bir sinek rüyama karışmak üzereydi o sırada.

Birden bir alev yükseldi arka odadan.

On yedi yaşım uyurken zihninin duvarlarına tırmanan ve anılarıma hapsolan şimdiki ben, arka odaya doğru ilerledim. Kapının ardını görebilen gözlerim bakmaların en şiddetli acısını yaşıyordu. Annem, babamdan önce uyanmış pencereyi açmak için koşuyordu. Bir yandan da babamın ağır cüssesini, beyaz atletinin yakalarından tutarak sarsıyordu. Yer yatağında her şeyden habersiz yatan Cemal’imi bir çırpıda kucakladı annem. Kafesinden uçurmaya hazır bir kuş gibi, kıyısına getirdi pencerenin. Öksüren kardeşimin sesi mahallede tatsız bir seremoniye yol açtı. Babam gözlerini açmaya zorladığında uykusundan uyanan mahalle erkânı beş kat aşağıda gecelikleriyle vahlanıyordu. Babam yataktan kalkıp daha önce “hiç ısıtmıyor bu soba!” deyip şikayetlendiği canavara müdahale etmeye çalıştı. Ama çok geç kalmıştı. Annemin sabaha kadar kurur diye astığı çamaşırlardan ikisi boruya değince çığ gibi büyümüştü alevler. Sinirli bir hayalet gibi nereye saracağını bilemeyen ateş, kapıdan çıkmak için hiçbir yol bırakmıyordu. Babam hiçbir şey yapamayacağını anlayıp küçücük pencerenin kenarından başını dışarıya sarkıttı. Beynine dolan duman yeni yeni dağılıyordu. Aşağıda bağıran kalabalık “çocuğu at, çocuğu at!” naraları atmaya başlamıştı. Cemal gözyaşları içinde annemin koynuna sokulmuş, minik elleriyle annemin yakasına yapışmıştı.

Yanık tahtalar, plastik kokusu, sıcak tutsun diye örtülen çarşafların üzerinden yükselen kırmızı renkli çimenler, çıtırtıların arasındaki dokuma kilim, annemin elleriyle çitilediği beyazlar…

Babamla annemin gözlerinin içinde parlayan ateş, terleyen ruhları ve son dakikalarında olduklarını bildikleri halleri tam karşımda duruyordu. Annem Cemal’i koklaya koklaya üç kez öpüp babam ağlamalarıyla uğurladıktan sonra bir hamlede bıraktı onu boşluğa. Ayakları havada büzüşüp kafasına değerken dili geriye kaçan Cemal, annemi ve babamı odaya hapseden o ateşin aydınlatamadığı sokakta yere çakılmıştı. Başının etrafında kandan bir göl, o gölün üzerinde yüzen taştan gemiler oluşmuştu bir anda. Mahalleli şaşkın.

-“Tutamadık çocuğu eyvahlar olsun! “

Annem gece içerim diye başına koyduğu bir bardak suyla eteklerini ıslatırken ön taraftan arkaya doğru koşan ayak sesleri duydum. Uyku semesine ne olduğunu anlamayan bendim bu!

-“Anne! Baba!”

Annemin sesi duyuldu çatırtılı gürültülerin arasından.

-“Kemal! Çık evden git.”  Boğazı yırtılırken sadece ağzından değil, burnundan, kulaklarından hatta saç diplerinden çıkıyordu sesi. Çığlıklı gözyaşlarım arasında elim ayağım birbirine dolanmış bir ileri iki geri adım atıyordum.  Bu sefer babamın soluk sesine karışmış öksürükleri arasından  “Oğlum, git yardım getir!” dediğini duydum. Yardım edebilirdim, babasının koca oğluydum ben. Omuzlarıma kutsal bir vazifenin yüklenişiyle dağdan dağa atar gibi attım adımlarımı.

Merdivenden inip sokağa çıktığımda turuncu renkli adamlarla karşılaştım. Birisi benim alıp battaniyeye sardığında soğuktan diken diken olan kol tüylerim “çıt” edip kırılacak gibi oldu. Başıma doktorlar geliyor, yan komşu yüzümü gözümü siliyordu. Bense gözümü annemle babamın penceresinden ayıramıyordum. Alevler yavaş yavaş gecenin karanlığına teslim oluyordu. Bir köşede oturan ve yüreği burkulmayı henüz öğrenememiş ben, seviniyordum gizlice. Birazdan annesi babası ve Cemal’i gelecekti. Babası yanıma geldiğinde “Size turuncu renkli adamları nasıl da yardım olsun diye getirdim ha!” diyecekti.

Üç adam indi merdivenlerden, Elinde iki ayrı poşet… İçlerinde külleri birbirine sarılmış annem ve babam… Annem hala çığlık atıyordu. “Çık buradan Kemal!”

Babam “Yardım nerede kaldı Kemal?” diyordu tozların arasından. Giriş katta oturan vahlanmalı teyzeler “Ah hem öksüz hem yetim kaldı yavrucak,” diyorlardı.

Annemle babamın sesleri kesildi bir anda.

Kâbusundan uyanmayı başaran insan gibi uyanıyorum geçmişimden. Beni yutmaya çalışan koca bir alev topundan kaçar gibi vura vura iniyorum merdivenlerden. Kan ter içinde kalıyor yüzüm. Gözlerimin arkasında biriken yaşlar bırak sulamaya hazır olduğum çiçekleri, şimdi içimdeki yangını söndürmeye yetecek miydi?  Apartmanın kapısından değerli taşları çalmış bir hırsız gibi koşuyorum arabaya. Nabzım en son ne zaman bu kadar hızlı atmıştı? Elim kalbimin üzerinde, yerinden çıkmasın diye bastırıyorum oraya. Kafamı direksiyona gömüyorum ve birkaç dakika dinlendikten sonra sürücü aynasından kendime bakıyorum. Yıllar önce çıkan bir yangın bakışlarıma oturmuş ve doğum lekesi gibi iz bırakmıştı yüreğimde. Kontağı çeviriyorum ve hızlıca kaçıyorum geçmişimden.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir