Betül Odabaş,  Öykü

ON DOKUZ IŞIK

 

Güneş yeni yeni uyanıyordu. Toprak rüzgârın verdiği selamı almak adına havada uçuşup başka bir taşın üstüne serpiliyor, dağlar tüm heybetiyle güne merhaba diyordu. Gözümü açtığımda camın arkasında duran memlekete “yeni yuvam” gözüyle bakıyordum. Artık üzerinde duran göğü, başım; altında ezilen toprağı yüreğim belleyecektim. Güneşin omuzlarımı ısıtmasıyla bir alakası var mıydı bilmiyorum ancak, ilk andan itibaren gülümseme ile bakmıştım bu şehre. Otobüs taşlı yolda ağır ağır ilerliyordu. Tekerlekler sanki “daha fazla ilerlemek istemiyoruz bu sivri kayaların arasında” der gibi can çekişiyordu. Tam gözlerimi kapatıp, bilincimi uykuya teslim etmek üzereyken şoför durdu ve “öğretmen hanım!” diye seslendi. Aniden gözlerimi açtım, anladım ki burası son duraktı. Yolda yediğim üç beş kırıntı yemeğin çöpünü hızlı hızlı temizledikten sonra uyurken üstüme örttüğüm şalımı omuzlarıma atıp aşağıya indim. Dizlerimin uyuşukluğunu bugün dahi unutamam, bu benim fiziken ve ruhen son hareketsizliğimdi. Çünkü yapmaya can attığım mesleğim asla durağan değildi.  Şoför ellili yaşlarında, sanki burada yaşadıkça yörenin tüm fiziki şartlarına uyum sağlamış; suratında ki ifade ülkenin her köşesinde rastlayabileceğiniz babacan bakışlara sahip bir adamın bakışlarıydı. Arabanın bagajından içine üç beş parça eşyamı koyduğum eski bavulumu çıkardı. Bana hemen ilerde duran tabelayı göstererek “Öğretmen hanım, işte görev yapacağınız okul orada!” dedi. Tıpkı babama gülümser gibi gülümsedim ona. Teşekkür edip “Allaha ısmarladık.” dedim.

Tutulan dizlerim zindandan çıkmış gibi koşmak istiyordu. Sanki o ana kadar yaşadığım hayat bir esaret hayatıydı ve ben ilk defa özgürlüğe koşuyor gibiydim. Heyecandan yutkunamıyordum. Yeni bir hayata attığım ilk adımın kalbimin ritmini nasıl değiştirdiğini dünyanın en güzel harfleriyle oluşturulmuş kelimelerle de anlatsam hafif kalacaktır. Gözlerim dolmuştu, ellerim terlemeye başladı. “Fidanlar” dedim içimden, dikilecek toprakta büyümeyi beklerler.”

Belki yol beş dakikada yürünebilecek bir yoldu, ancak orada ben bir yılımı bıraktığıma yemin edebilirim. Adımlarımı hızlandırıyor, bir yandan yüreğimi bastırmaya çalışıyordum içime. Ancak yelkovan akrebin peşinden koşmayı bırakmış gibiydi. Son dönemeci döndüğümde ortada duran küçük bir çeşme gördüm. Görüntüsünden ve çatlayan taraflarından anladığım kadarıyla çok eski olmalıydı ve iş görüyor diye onarılmamıştı. Yine de direndiği tüm yıllara rağmen oturduğu toprakta heybetini koruyordu. Aklımdan “muhtar” kelimesi geçti. İlk olarak muhtarı bulmalıydım. Çeşmenin yanına yaklaştığımda aslında tüm köyün daire şeklinde orada toplandığını fark ettim. Köyün girişinden baktığımızda çeşmenin tam arkasında evlere doğru giden patika bir yol vardı. Bütün köy sakinleri aynı yolun ya sağ ya sol taraflarında birbirlerine çok yakın evlerde oturuyorlardı. Çeşmenin sol tarafında küçük bir sağlık ocağı vardı, camları içeriyi göremeyeceğiniz kadar tozluydu. Rengi solmuş ince bir tül perde ile dışarıya solması için cam kenarına bırakılan cılız bir çiçek vardı. Sağlık ocağının hemen arka tarafında eski bir bina gördüm. Durumu sağlık ocağından çok daha kötüydü. Camlarının kırıldığını, perdelerinin yırtıldığını ve boyasının eskidiğini bir bakışta fark edebiliyordunuz. Bahçesinde hiç ağaç yoktu, ama çocukların koşup oyun oynayabileceğini hayal edebildiğiniz kadar büyüktü. Ben tam olarak o hayale teslim ettim aklımı. Belki içerisini hayal edecek olsam arkama bakmadan kaçmak isteyecektim ancak bir çocuğun koşarken attığı kahkaha da takılı kaldı yüreğim. Onun hayaliyle yeni evime, geleceğe açılacak olan o binaya gülümsedim gizlice. Hemen arkamı döndüğümde meraklı bakışlar karşısında savunmasızca ellerimi kavuşturdum önümde.

Saçları ağarmış, ağızlarında dişi kalmamış, çoğu elli yaşın üzerinde ve bastonsuz gezEmeyen soluk renkli giysileri olan adamlar bana bakıyordu. İçtikleri çayları ellerinden bırakıp, oynadıkları oyunları bir anda kesmişlerdi. Kim olduğumu söyleyebileceğim, neden burada olduğumu anlatabileceğim kimse olmadığından “Hayırlı günler, ben Naime öğretmen.” dedim. Onlardan “hoş geldiniz” gibi bir yanıt beklerken aralarında dişleri en çok dökülmüş ve sırtı en çok eğrilmiş olan amca kahkaha tufanının başını çekti. Ardından diğerleri aynı halayı çeker gibi saniyelerce güldüler. Ciddi anlamda ilk başta yanlış bir şey söylediğimi ve ağzımdan çıkmaması gereken bir şeyin çıktığını sandım. Bir defa daha tanıttım kendimi, kahkahalar daha çok arttı. Yılmadım, bir kez daha söyledim ismimi ve kimliğimi oluşturan mesleğimi. Ancak kahkahalar hiç kesilmedi. Sinirlenmeye başlayacağım sırada içerden orta boylu, dışarda oturanlardan biraz daha yaşlı; sakalları düzgün kesilmiş ve henüz sırtı eğrilmemiş bir adam çıktı. İlk başta beni görünce o da şaşırdı ve sağda solda kahkahaların çıktığı ağızlardan ismimi ve mesleğimi öğrendi. Yanıma doğru yaklaşırken geriye çekildim ve irkildim. Kendimi nasıl savunacağım şimdi diye düşünürken “korkma kızım hoş geldin köyümüze.. Ben bu köyün muhtarıyım. Adım Salih. Sen bakma bu densizlere, ne kitap görmüşler hayatlarında ne okul sırası… Gel hele şu sağlık ocağının yanında küçük bir odam var, orda konuşalım seninle.” dedi bana. En azından “muhtarı buldum” dedim içimden ve bir nebzede olsa rahatladığımı hissettim. O önden yürürken ben de arkasından bavulumla birlikte sürükleniyor gibiydim. Çiçekler ile karşılanmayı beklemiyordum elbet ama böyle olacağını da tahmin etmemiştim.

Hakikatten dediği gibi, iki sandalye bir masanın zor sığdığı küçük bir odaya geldik. Duvarda asılı olan Mustafa Kemal portresi haricinde her şey soluktu. Perdeler, masanın üzerinde ki eşyalar, sandalyelerin kumaş kısımları… Masayı kurtlar yemeye başlamış gibiydi, pencereden içeri güneş dahi girmek istemiyor, sanki kaçıyordu. Muhtar sesine yansıyan o şaşkın haliyle sordu: -Yaşın kaç senin kızım? “24 efendim.” dedim. Eliyle ağzını kapatıp “Vay anasını demek artık çocuklarda öğretmen oluyor haa!” dedi. Gözleri az kalsın yuvalarından fırlayacaktı, gülmemek için kendimi çok zor tuttum. O anda köyde öğrencilerimden sonra en genç insanın ben olabileceğim ihtimalini düşündüm. Ki ilerde tüm köyü tanıdığımda da öyle olduğunu öğrenmiştim. Muhtar tekrardan söze girişti ve “madem buralara kadar geldin, hayırlı olsun öğretmenliğin.” dedi. “Bu köyde toplam 19 dane çocuk var. Şu ana kadar hiçbiri okul görmedi. Her biri ya tarlada çalışır ya da evde anasına yardım eder. Çocuğunu okutmak isteyen de yatılı bir akrabasının yanına gönderdi şu zamana kadar. Kalanların aileleri de çocuklarını pek okutmaktan yana değiller. Yanı anlayacağın bu köyün okulu on beş senedir çocuksuz.”

O an içime bir kor düştü. En büyük yanardağ dünyanın herhangi bir yerinde değil, benim içimde patlamış ve damarlarımdan yavaş yavaş akıp kurutuyor; daraltıyor gibiydi benliğimi. Gözlerimin içinin kıpkırmızı gözüktüğünü biliyordum, kendimi odadan dışarı atıp kahvede zaman öldüren o adamlara “siz ne yaptınız?” dememek için zor tutuyordum. İçim dışıma yansımış olacak ki muhtar “iyi misin kızım?” dedi. Sesimin tam olarak çıkıp çıkmadığından emin olmayarak “iyiyim.” dedim. “Bir küçük lojmanımız var size verebileceğimiz, içinde ufakta olsa helası mutfağı var. Hem okulun hemen yanı başında. Oraya da yerleştin mi, gerisi kolay” dedi. En azından evsiz kalmamıştım, gece yatacak yerim vardı diye sevindim ve “şimdi geçebilir miyiz kalacağım yere?” dedim. Malum on beş saatlik yoldan gelmiş, neredeyse hiç uyku uyumamıştım ve çok bitkindim. Bir an önce kendime gelip bir hafta içinde okulun eksiklerini gözlemleyip ve gerekli yardımları alıp öğrencilerime hazır hale getirmeliydim. Eve geldiğimizde ne tozu görecek halim vardı ne halısız beton zemini… Hele paslanan musluklara, kolu kırılmış eski koltuklara ya da mutfağın iki dolap bir tencere birkaç çatal kaşık oluşuna hiç bakacak halim yoktu. Muhtar gider gitmez kendimi divana serdim, saatlerdir bağlı olan saçımı örtünün altından çıkarıp tokasını kenara koydum. Başımı yastığa koyuşum ile kendimi uyku denen geçici ölüme teslim etmem bir oldu.

Sabah hiç açılmak istemeyen gözlerim, birkaç tıklatma sesi ile uyandı. İlk başta aldırmadım, köy yeri sonuçta; kuştur, kedidir diye düşündüm. Daha sonra yumrukların yanında kesik kesik gülüşme sesleri işittim. “Bu da ne?” diye düşünüp yavaşça kirpiklerimin altından gözlerimi araladım. Pencere yattığım divanın tam karşısında kalıyordu. Gözlerimi ovuşturup baktığımda üç dört tane tatlı mı tatlı, esmer, tahminen annelerinin ördüğü süveterleri giyen, gözlerinin içi pas parlak çocukları gördüm. İkisi erkek ikisi kızdı. Eksik dişlerinin arasından bana bakıyorlar, rüzgardan öne gelen saçlarını arkaya atarken güldüğü belli olmasın diye ağızlarını kapatıyorlardı. Benim öğrencim olmalıydılar diye düşündüm. Köye bir öğretmen geldiğinin haberini almış ve öğretmenlerini merak edip sabahın ilk saatlerinde dayanamayıp görmek istemişlerdi. Yataktan doğruldum, gülümsememe engel olamıyordum. Uyurken üç beş afacan tarafından seyredilmiştim meraklı gözlerle. Cama doğru ilerleyip onlara selam vermek için ayağa kalktım. Ben ayağa kalkar kalkmaz ortaya saçılan bilyeler gibi dağıldılar, dört yana koşmaya başladılar. Koşarken geriye dönüp kafalarını arkaya yatırarak attıkları kahkahaları izledim. Mutlu oldum. O gün hayatımın ilk günü gibi heyecanlanmıştım. Dünyaya tekrar gelmiştim ve bu sefer kendimi biliyordum. Olmak istediğim yerde bilincim açık, kendimden emindim. Yoldan kalan üç beş parça bir şey yiyip, evi de az biraz çekip çevirdikten sonra düştüm okulumun yoluna. Öğretmen değil de öğrenci gibiydim sanki. Sırtımda olmayan çantanın heyecanı, boynumda hiç takmadığım dantel yakalığın masumiyetini ve giymediğim ayşecik ayakkabılarımın mutluluğunu yaşıyordum. İçimden şarkılar söylemek geliyordu. Dayanamadım, üç beş bir şey mırıldandım: “Benim adım bu vatan, çocuklar geleceğim; son nefesimde bile, öğretmen öleceğim.”  Nihayet gelmiştim, iki adımlık yol bile uzun gelmişti bana. Hasrettim çünkü hayatımın bu anına. Bahçesine göz gezdirdim. Ağaçlar dikmeli, çocukların oturacağı banklar koydurmalıydık. Atatürk büstünü temizlemeli ve şanlı Türk bayrağımızı tekrar dalgalanır hale getirmeliydik. İçeri girdim. Duvarların boyası eskimişti, yerler kir pas içindeydi. Öğrencilerin girmediği günlerde bazı hayvanlara yuva olmuştu kuytu köşeler. Adımlarımı attığımda soğuk betondan kendinden emin sesler geliyordu. Ruhu canlanmış ve üzerinde koşulmasını özlemiş gibiydi. Toplam iki tane sınıf vardı. Sıralar silinip düzenlenirse kullanılırdı, dolapta perdeler buldum. Yıkanırsa mis gibi olurdu. Hatta birkaç tebeşir parçası bile gördüm cam önlerinde. Zihnimde yapılacaklar listesini hazırladım. Koşar adım muhtarın yanına gittim, durumu anlattım. Eksik olan ne varsa söyledim, ben saydıkça muhtarın yüzünde “biz bu işlerin altından nasıl kalkacağız?” ifadesi göründü. Sonra karşılayabilecekleri masrafları söyledi, “bizim tanıdıklar var onlar da yardım eder kaba işlere, okullar açılana kadar hemen bitiririz.” Dedi. Temizlik konusunda köyün kadınları ile konuşmamı, hem tanışmamın da iyi olacağı nasihatini verdi. Haklıydı. Muhtarın yanından çıkar çıkmaz kendimi köydeki evlerin olduğu sokağa attım. Muhtar hep beraber kışlık hazırlıyorlardır çeşmenin yanından yukarı doğru çık kazanları görürsün zaten.” dedi. Dediği gibi de oldu gencisi yaşlısı, evlisi bekarı herkes çalışıyordu burada. Bir kısım domates doğruyor, bir kısmı biberlerin çekirdeklerini ayıklıyordu. Kazanların başında olanlar daha çok yaşlı kadınlardı. İçimden “gizli tarifleri var ve yeni gelinlere vermek istemiyorlar kesin ondan işin başındalar dedim.” Yavaş yavaş yürürken çıkarabildiğim kadar yüksek ses ile selam verdim. Hepsi güler yüzü ile karşıladılar beni. Biri hemen sandalye getirdi, ötekisi üşümeyeyim diye üzerinde ki şalı attı üstüme. Bir diğeri aç mısın diye yanıma gelirken, öteki az ateşe yakın otursaydınız üşüyeceksiniz öğretmen hanım” dedi. Köye ilk geldiğimde almak istediğim tüm tepkileri bu yüreği güzel Anadolu kadınından almıştım, beni sıcacık karşılamışlardı. Hepsi benimle tanışmak için can atmış ama yorgun olabileceğimi düşündüğünden lojmana gelmemişti. Şimdi hepsinin ismini teker teker öğreniyor ve sıcacık bakan gözlerinin karşısında oturuyordum. Kendimi tanıttım, ailemden bahsettim ve yaşımı söyledim onlara. Asıl değinmek istediğim konuyu konuşmak için benim hakkımdaki soruların bitmesini bekliyordum. Şükür olsun ki, sonu geldiği zaman “Hanımlar, ablalarım okulun hali çok kötü, ben maddi olarak halledebileceğimiz bazı konuları muhtar bey ile hallettim ancak  tamir işlerinden sonra çok pislik çıkacak. Okulların açılmasına da az kaldı, acaba yardım eder misiniz ki, üstesinden gelsek bu işin?” dedim. Daha cümlemi tamamlamaya fırsat kalmadan kadınlar “pek tabii ki, pek tabii ki” dediler. Hepsinin ellerinden öpesim, avuçlarını yanaklarıma bastırıp ağlayasım geldi. “Çok çok teşekkürler hepinize.” dedim.

Ertesi gün muhtar kırılan camları değiştirmeye adam yolladı. Sağ olsun fazla zaman almadan hepsini değiştirdi. Camcı tam çıkmak üzereyken iki adet boyacı geldi, baktım elleri pek yavaş; aldım ellerinden fırçayı başladım kendim yapmaya. Onlar da benden hırslanıp hem düzgün hem de çabuk çabuk yapmaya başladılar. Sabah 9’da başladığımız boyayı ikindi vakti beş gibi bitirmiştik. Kendimi lojmana zor attım, öyle ki yüzüme bulaşan boya izlerini bile silmeyi unutup ertesi gün muhtarın karşısına öyle çıkmıştım. Boyalar yapıldıktan sonra sınıflara halıflex döşenmesi için ilçeden usta geldi. Sadece sınıflara döşenmesini istedim. Çocuklarım içeriye ayakkabılarını çıkarıp girecek, yumuşak yere basacak ve kendini evlerinde gibi hissedeceklerdi. Tüm gün ayakkabılarının içinde ayakları daralmayacaktı. Hem böylece “okul evimizdir, temiz tutalım.” bilincini de kazandırmayı hedefliyordum. Perdeleri kendim yıkadım. Daha önce elimde kıyafet yıkamıştım ama perde yıkamak bir ilkti. Güçsüz zayıf kollarıma rağmen işin üstesinden iyi gelmiştim ki hep ben yıkamıştım sonraları da.

Ertesi gün okula gitmek için lojmandan çıkarken kapının önünde köyün kadınlarını gördüm. Artık bugün genel anlamda temizlik yapılacak ve okul eski güzel günlerine kavuşacaktı. Ellerinde kova, üç beş bez. Kendi yaptıkları sabunlarla beni bekliyorlardı. Tüm güzel heveslerimle birinin koluna girip okul yolunu tuttuk. Öğretmen olarak görev dağılımı yapmalıydım. Dört kişiyi bahçe temizliğinden sorumlu tuttum, iki kişi tahtaları pür-i pak edecekti. Her sınıfa üçer kişi vererek, sıraları silip kurulamasını söyledim. İkişer kişi camları silecekti sonra perdeler asılacaktı. Koridorları temizlemesi içinde birkaç genç kıza görevlendirme yaptım. Ben de kendimden büyük panoları duvara asmak ile meşguldüm. Çocuklarımın oraya asacakları şiirleri, hikayeleri, resimleri düşündükçe mutlu oluyordum. Ya da tam olarak hayalim olan bu mesleği iliklerime kadar yaşamanın tatlı yorgunluğu içerisindeydim. Kendi kendime gülümserken Hatice teyze “sevdalı galiba bu öğretmen.” dedi bana. Ona da gülümsedim sadece, bilseydi yüreğimde ki geleceğe taşıyacağım öğrencilerime olan sevdamı, anlardı tabii gülümsememin sebebini. 

Biz tatlı tatlı iş yaptığımız sırada dışarıdan birkaç bağrışma sesi geldi. Ne olduğunu anlamak için dışarı çıktım. Kahvehanede gördüğüm uzun bıyıklı, sivri burunlu adamlardan biri en önde, geride de on on beş kişilik bir grup elleri belinde bekliyorlardı. Alacaklısından borcunu istemeye gelmiş gibi bir halleri vardı. Hepsi tahminen eşleri olan kadınların isimlerini söylüyordu. “Ayşe!”, “Naciye!”, ”Hatice gel çabuk buraya!” Ne olduğunu anlamadan bana yardım eden tüm kadınlar bana bakıp mahcup olmuş bir surat ile yanımdan ayrıldılar. Meğerse muhtar kahvehanede köylülere haber uçurup, eşlerinin okulda olduğunu ve temizlik yaptığını söylemiş. Neymiş efendim “çocukların okula gitmesine ne gerek varmış, okuyan adam mı olmuyormuş, hele kızlar hiç okula gidemezmiş.” Bu yüzden kadınların da yardım etmesine sinirlenmişler. Giderken orta yaşlı olanlardan biri “bizim okula gönderecek çocuğumuz yok öğretmen hanım! Hiç boşa uğraşma buralar için sen.” dedi. Yüreğime bir taş koyup adımlarını toprak yolda atmaya devam etti. Hava kararmak üzereydi, sanki gece günü esir aldıkça benim içimdeki huzuru da kaçırıp götürüyor gibiydi. Sessizce evin yolunu tutuşumu ve kafamda geçen tonlarca düşünceyi toplamaya çalışarak ilerleme gayretimi asla unutmayacaktım.

Okulların açılmasına bir gün vardı, muhtar bir şey yapamayacağından bahsediyordu. Ben de bir umut diyerek okulda ki tüm işlerimi halletmiş ve rengi solan bayrağımızı değiştirmiştim. Eskisini yastığımın altında dinlenmeye bırakmıştım.

 Ertesi gün okula üç beş öğrenci dışında kimse gelmedi, gelen öğrencilerimin hepsi erkekti. Bir yandan onlara kavuşmanın heyecanını yaşıyordum tüm gücümle; ilk dersimizde onlarda güzel izler bırakmak istiyordum. Ancak aklım burada olamayan çocuklarımdaydı. Acaba şimdi ne yapıyorlar, onlar da burada olmak istiyorlar mı? diye düşünmeden edemiyordum. Buna bir çare bulmalıydım, bir şeyler düşünmeliydim. Kafam allak bullak bir şekilde ders bitiş zili çaldığında çocuklarımı uğurlayıp köy yolunu tuttum. Aklımda sadece kahvehaneye gidip oradakiler ile konuşmak vardı. Ancak ne konuşacağımı, nasıl konuşacağımı bilmiyordum. Sadece gidiyordum. Uzaktan beni gördüklerinde gülüşmeleri kesildi, soğuk soğuk gözlerini benden yana çevirdiler. Ben ise kendimden emin bir şekilde yürümeye devam ediyordum. Konuşmak için hazırdım. İçeriye doğru ilk adım atıp orta yerde dikelip ağzımı tam açacağım sırada tam köşede duran; kısa kollu gömlek giymiş saçları ağarmış ve sakalları ile saçları birbirine karışmış yaşlı bir adamın nefesinin daraldığını, göz bebeklerinin yerinden çıkarcasına dışarı fırladığını ve kalbini tuttuğunu gördüm. “Bir şeyler oluyor amcaya!” deyip elimle işaret etmemle birlikte tüm ilgi o  tarafa kaydı. Adamın belli ki oğlu olacak kişi hemen yanına koşup yakasını açtı, “ne oluyor iyi misin baba?” diyerek telaş içinde haykırmaya başladı. Daha önce aldığım eğitimlerden hareket ile amcanın kalp krızı geçirdiğini anlamıştım. Hemen yanına koştum. “Aspirin, aspirin” diye haykırdım. Burada olur mu emin değildim ama karşıda sağlık ocağı olduğunu düşünürsek orada belki bulabilirlerdi. Amcanın öksürmesini sağladım, yakasını açtım. Tabii ki aspirin bulamamışlardı .O sıra da  amca yere yığıldı. Artık yapabileceğim son bir şey vardı. O da kalp masajı yapmak. Gömleğini hızlıca yırttım. Nabzını kontrol ettim, ses yoktu.. Uygulamalarda gördüğüm gibi iman tahtasının iki üç parmak yukarısını tespit ettim ve masajı yapmaya başladım. İlk bir dakika içinde nabzında hiçbir değişiklik yoktu. Yılmadan masajı yapmaya devam ettim. Kimseden ses çıkmıyordu, herkes dut yemiş bülbüle dönmüştü. İkinci dakikanın sonunda nabzını kontrol ettiğimde yüzüm güldü. Titreyen sesimle “geri döndü, hemen araba getirin.” dedim. Arabaya konulan hastayı hemen hastaneye götürdük ve tedavisi yapıldı. Şimdi bile turp gibi Hamdi amca. Çay da şekeri; kahvehanede sigarayı bırakınca hayat ona bir şans daha verdi. Telefonda hala “hayat kurtaran öğretmen hanım” diyor bana.

O günden sonra okula çocukları göndermeye belki yanaşırlar diye düşünüyordum. Çünkü küçücük köyde herkesin benim hakkımda konuştuğunu duyabiliyordum. Kadınlar gizli gizli tebrik ediyor, erkekler ise ben duymadan fısır fısır arkamdan “helal olsun öğretmene” diyorlardı. Ancak işler pek tahmin ettiğim gibi gitmedi. Okulun ikinci haftasındaydık ve ben sınıfta sadece dört öğrenci ile ders yapıyordum. Okul penceresinden dışarı baktığımda çamaşır asmaya giden kız çocuklarını, odun kıran minik öğrencilerimi görüyordum. Hatta bazıları küçücük boyu ile kardeşinin elini tutmuş tarlayı biçmeye gidiyordu. Bu durum gönlümün tüm noktalarında yaralar açılmasına sebep oldu. Beni gördüklerinde selam vermeye başlamışlardı ancak çocuklarını emanet etmekten geri kalıyorlardı. Çocukların evde, tarlada dışarda daha çok işe yarayacağını düşünüp alacakları eğitimi küçümsüyorlardı. “Aman matematik ne işe yarayacak!” diye bilmiş bilmiş konuşuyorlardı.

Oysa ben bu okulun kapısından içeri girmek isteyen çok fazla fidanımın olduğunu biliyordum.

Bir cumartesi günü evde divanıma serilmiş, elimde kitabım ile meşgul iken kapım çalındı. Muhtarın karısı Figen teyzedir diye düşündüm içimden. Sağ olsun pişirdiği yemeği getirmeyi hiç ihmal etmezdi bana. Kapıyı sıcak bir çorbanın umudu ile açtım, ancak karşımda köyün kadınları duruyordu. İlk başta anlayamadım, bir sürü kadın gözlerini dikmiş bana bakıyor; geliş sebeplerini bile söylemeden ağzımdan çıkacak lafı bekliyor gibiydiler. “Hayırdır buyurun?” dedim. “İçeri davet etmeyecek misin öğretmen hanım?” dedi yaşlısından Neriman teyze. Utanarak “ah tabii ki, kusura bakmayın şaşkınlıktan.” diyerek içeri buyur ettim onları. Küçücük oda bir anda sıcacık olmuştu nefeslerden. Hepsine oturacak bir yer ayarladıktan sonra kendim ortalarında olacak şekilde ayakta dikeldim. “Hoş geldiniz tekrardan, ancak merak içerisindeyim şu an. Hayırlı bir şey söylemeye geldiniz inşallah.” dedim. “Hayır hayır öğretmen hanım korkutmayalım seni.” dediler.

Aralarında konuşması diğerlerine göre daha akıcı olan Naciye abla söze girişti: “Öğretmen Hanım, biz çocuklarımızın okula gelmesini istiyoruz. Başkasının çocuğu okuyor tabip oluyor, muallime oluyor, çıkıp mahkeme salonlarında avukat oluyor. Ya bizim evladımızın neyi eksik? Taa dağların arkasından geldin buraya, senin fikirlerinle çiçek ettin okulumuzu. Niye gitmesinmiş bu çocuklar okula? İş dediğin nedir ki birlik olup yaparız biz her şeyi, yeter ki bizim gibi olmasın çocuklarımız, okusun insan olsunlar.” Bir diğeri: “Tabii ya ev işi dediğin nedir ya? Bir kap yemek, üç kere süpürmek, bir çamaşırla biter. Evde Emine olmasa yapamaz mıyım bu işleri, yaparım elbet. Kızım okusun yeter bana.” Ve sonra her kafadan ses yükseldi. “Herhalde, yaparız tabii.” “Okusunlar, insan olsunlar.” “Yeter ki okusunlar biz yaparız.” “Kesinlikle öyle!”

Uğultuyu bastırmak için “Hanımlar hanımlar!” dedim. “Bu dert benim gönlümde çocuklarınız ait olduğu yerde, sıralarında olmadığı ilk günden beri yara. Her gün düşünüyor ve bununla uyuyup bununla kalkıyorum. Günlerce ne yapabiliriz diye düşündüm fakat aklıma hiçbir şey gelmedi. Size gelmeyi düşündüm fakat eşlerinizin yanında olursunuz ya da zor duruma düşersiniz diye çekindim doğrusu.” dedim. Hanımlardan biri: “Öğretmen hanım bizim bir planımız var, işe yarar mı bilmiyorum ama yararsa hayırlı olur.” dedi.

O an işte “Anadolu kadını budur.” diye geçirdim içimden. Cephede askere mermi taşıyan kadın şimdi geleceğe evlatlarını taşıyordu. Aslında ülkenin sıhhati ve selameti için her ikisi de çok önemliydi.

 Heyecanla ne imiş bu plan diye sordum. Kevser abla “e büyük şehirlerde herkes istediği olmayınca prortesro yapıyor.” Dedi. “Ne yapıyor, ne yapıyor?” dedim kulağımı uzatarak. “Anlamayacak ne var kızım prortesro işte!” dedi. “Hahhayy!” diyerek kahkaha attım ve “protesto olmasın o Kevser abla, hem sen nerden biliyorsun onu?” dedim. “Aman kızım işte sen anladın ne demek istediğimi. Niye bilmeyecekmişim vizontelede görmüştüm ben İstanbullarda ki adamlar yapıyorlardı.” dedi. “Anladım, anladım ablam” dedim. “Nasıl yapacağız bu protestoyu peki? “dedim. Ganimet abla heyecanla “bak şimdi öğretmen hanım” diyerek söze başladı: “Bizim adamlar sabah uyanır önünde yemek ister, dışarı çıkmak ister kıyafetleri temizdir, ayakkabıları boyalıdır gömlek yakaları kolalıdır. Evden çıkar; kahveye gider, öğlen gibi gelir -karnı acıkmıştır çünkü- bir tas çorba koyarım önüne. Biraz ekmek ve kışın yaptığımız pekmezler ile ineğin sütünden yaptığım yoğurdu da eklerim yanına. Yer içer, evin avlusunda ki divana serilir yatar. Bir iki saat sonra kalkar tekrar kahvehaneye gider, güneşi batırır. Eve gelir, tekrar önüne sofra serilir; yer içer ve yatar. Evin işine, bahçeye, hayvanlara da bakacak olan ben ve iki yavrum. Ben bahçeden toplarım onlar pazara gidecekler ile evde kalacakları ayırırlar. Sütü sağarım kaynatırlar. Ben yorulur, belim ağrıya ağrıya süpürge tutarım evin içine, onlar avlunun betonunu yıkarlar. Ama babaları gram hallerine acıyıp da yardım edeyim demez. Ben okula gitmedim, ama çocuklarım gitsin çok istiyorum. Eğer gitmezlerse insan halinden anlamayan, alfabe bilmeyen insanlar olacaklar. Ama siz benim çocuklarımı okutur, insan edersiniz biliyorum. Bu yüzden öğretmenim, asıl plana gelecek olursak evlerimizden kaçıp okula geleceğiz. Gündüzden evde yiyecek içecek ne varsa torbalara doldurup buraya taşınacağız Battaniyeleri de unutmayalım gece üşür hasta oluruz vallaha. Geceleri burada çocuklarımız ile koyun koyuna uyuyacağız, sabahları hep birlikte kalkıp kahvaltıdan sonra siz de ders anlatacaksınız. Biz de o sıra sessiz sedasız okul bahçesinde oturup, hep birlikte akşam yemeği hazırlayacağız. “

“Plan güzel ama eşleriniz ne yapacak?” dedim. Naciye abla: “Vallaha ne yaparlarsa yapsınlar biz çocuklarımızı okutmaya karar verdik görsünler bilsinler” diye hızlıca çıkıştı. Bir an ben bile korktum. “Ya pes etmezlerse ne olacak?” diye sordum. Üç saniye suratıma derin derin bakıp sonra kahkaha tufanına kapıldılar. “Öğretmen hanım sen bekarsın tabi, bizim buralarında erkeklerini bilmezsin. Biz olmadan bir tabağı alıp içine yemek dolduramazlar.” dediler. Oldukça kararlı görünüyorlardı. Aslında içimde biraz korku barındırmıştım ama çocuklarım okullu olacaksa canımdan bile daha kıymetli bu diye düşündüm. “ee öğretmen hanım? Ne düşünüyorsun?” diye sordu Kezban abla. “Tamam.” dedim gülümseyerek. “İnşallah işe yarar.” dedim. “O zaman pazartesi ismini ‘umut protestosu’ koyduğumuz bu planı gerçekleştirelim.” dedim. Hepsi birden “hay ağzına sağlık, ne güzel isim o öyle!” diyerek sevinç naraları attı. Gözlerinin içerisinde bir güneşin denize yansıyan parlaklığını gördüm. Ruhları da yeniden doğmuş gibi heyecanlıydı. Yaşamlarına yeni bir yol açılmıştı ve doğruyu yaptıklarına tüm kalpleri ile inanıyorlardı. Onları uğurladım ve o gece tüm uzuvlarımda hissettiğim o güzel heyecanın huzuruyla uykuya daldım.

Pazartesi, sanki okulun ilk günüymüş gibi heyecanlıydım. Bu köye attığım ilk adımda olduğu gibi şimdide kalbim yerinde durmayarak yüksek sesle atıyordu. Sabah öğrencilerimi karşıladım. Günlük derslerime devam ederken heyecanımı bastırabilmiştim. Öğlen teneffüsünde çocuklara dışarda oynamaları için izin verip ben de bahçenin bir köşesinde benim “mücadeleci velilerimi” beklemeye başladım. Köşeden dönen ve ellerinde, tüp, ufak masa, battaniye, sebze meyve, bakliyat, tas, tabak, bardak hatta oklava ile gelen bir grup kadın vardı. Yaklaşık 15 kişi idiler. Hemen arkalarında ikişerli sıra olmuş, annelerinin ya da köyde becerikli olan bir kadının mavi bir bezden diktiği belki ucuz ama okuluna uygun giyinen güzel öğrencilerim vardı. Onları öyle gördüğümde işte geleceğimin neferleri dedim, ağlamamak için kendimi zor tuttum. Kahvenin önünden geçmemek için dağ yolunu kullanmış ve ayakları biraz çamur olmuştu hepsinin. Sevgiyle kucakladım öğrencilerimi. Hepsine birer birer sarılıp alınlarından öptüm. Yıllardır yavrularına kavuşmayı bekleyen bir annenin hasretiyle bağrıma bastım onları. Gelişlerine olan inancımı hiç yitirmediğim gibi, gelecekte vatana millete hayırlı çocuklar olacakları konusunda da hiç şüphem yoktu. Her birinin gelecek kumaşının bir köşesini renkli iplikler ile k-dikerek iz bırakabilirdim..

Öğrencilerimi sınıfa aldım. Velileri ise diğer sınıfa yerleştirdim. Şimdilik bir sınıfı derslik, bir sınıfı ise yatakhane olarak kullanmayı düşündüm. Velilerim onlara verdiğim odayı hem yatılabilir, hem yemek yenilebilir hem de muhabbet edilebilir küçük bir yuvaya dönüştürdü. Canım Anadolu kadını dedim içimden, elinin değdiği her yeri cennetten bir köşe yapıyordu. O gün öğrencilerim ile ilk günmüş gibi tanışıp, kaynaştık. Akşam uzun bir yer sofrası koyup elde avuçta ne varsa bereketli gönüller ile hazırlanmış olan o leziz yemekleri yedik. Çocuklarım etrafımda, velilerim karşımda çay içiyorduk. Neden burada olduğumuzu unutmuş, korku ile beklemeden sadece anı yaşıyorduk. Sohbetimiz, gülüşmelerimiz öyle güzeldi ki… Birden dışarıdan sesler geldi. Tüm kadınlara ve öğrencilerime siz durun dedim. Ön kapıya çıktım. Tahmin ettiğim gibi kadınların kocaları kapımızda toplanmıştı. Birer birer eşinin ismini söyleyerek çıkmasını emrediyorlardı. Cama yığılan kadınlar sırayla eşlerine “siz evlatlarımızın okula gitmesine müsaade etmeden biz evlere dönmüyoruz!”, “bütün gün oturduğunuz yetmiyormuş gibi çocuklarınızın da ilerde siz gibi olsun istiyorsunuz, yok öyle iş!”, “kendi işinizi kendiniz yapın, biz çocuklarımız ile mutluyuz burada!” gibi cümleler kurdular. Sesleri oldukça gür çıkıyordu. Kocalarının yüzlerinde ki şaşkınlığı karanlıkta dahi görebiliyordum. Birkaç tehdit, bağırma ardından sakinleme ve ikna çalışmaları sonuç vermeyince “ne haliniz var ise görün!” diyerek okuldan uzaklaştılar. Biz de böylece protestomuza yapılan ilk saldırıyı sözlerimizle püskürtmüş olduk. Kadınlarla, çocukları yatırıp karanlıkta kısık sesler ile çay eşliğinde imsak vaktine kadar bu olayı konuşup gülüşmüştük. Şimdi bile yüzümü gülümsetir onların ilk cesaret sesleri.

Ertesi gün ve ilerisindeki beş gün daha böyle devam ettik. Girişken bir velimin okuma yazma hevesi ile birlikte kadınlara da ders vermeye başladım. Yıllardır kepçe tutan, mandal ve süpürge tutan elleri kalem tutarken kıvrılmakta zorlanıyordu. Ama ilerde onları da başarıyla aştıklarına şahit oldum. Bu köyde ruhunda ışık açtığım tek kişiler öğrencilerim değildi benim. Canım velilerimde okuma yazmayı öğrenmiş ve kitap sevdalısı olmuşlardı. Bu arada her gün bir kadının kocası geliyor, yemek yiyemediğini bari yemek yapıp öyle geri dönmesi gerektiğini söyleyip nazlanıyordu. Ancak kadınlardan hiçbiri taviz vermiyordu. Öğrencilerim ait olduğu yerde, kendileri için verilen mücadelenin farkında ve destekçisiydi. Ne anlatırsam anında kapıyor, çalışın dediğimi çalışıyor ve her zaman öğrenmeye aç oluyorlardı. Bizler de onların gayreti ile ne kadar haklı bir mücadelenin içinde olduğumuzu anlıyorduk.

Bir haftanın sonunda, pazar günü biz kadınlar ile okuma çalışması yaparken ve çocuklar bahçede koşuştururken bir grup erkek bahçeye girdi. Yüzlerinde pes etmiş ve anlaşmaya hazır bir ifade vardı. Kadınlar kocalarının karşısına elleri bellerinde başları omuzlarına doğru hafif yatık şekilde çıktılar. “Ne istiyorsunuz?” dedi içlerinden bir tanesi. Buruk harfler ile cümleye başladı Neriman’ın kocası: “Şeyy…Diyecektik…Biz…Demeye geldik…” Çekinmenize gerek yok dinliyorum sizi diye atıldım lafa.

“Öğretmen hanım, haklısınız siz. Aslında anlamamız gerekiyordu Recep dedeye yaptıklarınızdan sonra, okumak mühim iş.” dedi. Bir diğeri “haklısınız tabi ya, okuyup büyük adam olsunlar dedi.” “Yanlış!” diye bağırdım. Okuyup “’büyük insan!’ olsun diyeceksiniz.” dedim. Bu cümleyi anladıklarından pek emin değildim ama yine de kız çocuklarımın da geleceğini düşünmek adına söylemiştim. Benim yüzüm gülmeye başlayınca adamlar “eee eşlerimiz dönecek mi artık eve?” diye sordu kel, sıska orta yaşlı olanı.

 “Ben bilmem kendilerine sorun.” dedim. Kadınlar: “öyle hemen olmaz, bizim şartlarımız var.” dediler. İçimden güldüm. Daha düne kadar sorgulamadan aile hayatının tüm yükünü üstlenen kadınlar şimdi kafaları dik anlaşma maddeleri hazırlamışlardı kendi aralarında. Sinirli ses tonuyla Fatma Teyze “öyle akşama değin kahvehanede oturmak yok! Bahçeye gelinecek, odunlar yarılacak, evde ki ağır işlerde de yardım edilecek bize.” dedi. Erkeklerin arasında uğultu çıktı. “Nasıl yaparız?”, “Hay Allah bu yaştan sonra iş çıktı başımıza” gibi laflar dönüyordu ortalıkta. Kadınlar “kabul etmezseniz bizim yatacak yerimiz var.” dediler. Köyümüzün çaresiz kalan erkekleri mecburi bakışlarla kafalarını sallamaya başladılar. Bir ara Ayşe teyzenin elindeki bastonu sevinçten havaya kaldırmak üzere olduğuna şahit oldum. Bir haftalık kendi çapımızda yürüttüğümüz “Umut protestomuz” olumlu ve hayırlı bir sonuç vermişti. Kadınlar, eşyaları kocaları ile birlikte yüklenip evlerinin yolunu tutarken ben de teker teker çocuklarımı kucaklayıp yarın derse geç kalmamaları gerektiğini söyledim. Asla geç kalmayacaklarını biliyordum. Yüzlerinde okumaya olan sevdanın hayata başlangıç demek olduğunu bilen ifadeleri vardı. Sanki büyümüş ve geleceklerinden emin şekilde yaşamaya devam ediyorlardı. Anadolu’nun toprakları bu çocukları erken büyütmüş, erken insan yapmıştı. Doğaya, hayvanlara, büyüğe, acize ve hayata bakışları yaşlarına göre oldukça “insancaydı.” Bir ağacı toprağına bıraktığımızda yeni bir hayatın doğduğuna tanık olan çocuklarımın gözyaşları akıttığına şahit oldum. Ekmeğinden eteğine dökülen kırıntıları birleştirip karıncaların yuvasının yakınına bıraktıklarını izledim gizlice. Biri düştüğünde diğerinin acısını tattığını hissettim. Kalbimi kırmaktan çok korktuklarını fark ettim. Hasta olsam ben iyileşeyim diye dua ettiklerini öğrendim annelerinden. En ufak bir nezlemde köyde hatim indirmişler, bunu da sonradan öğrendim. Onlara tarihimizi anlattığımda saygıyla dinlediler, yüreklerinde acıyla karışık mahcubiyet tohumları bıraktım. Geleceğe bakışları “her zaman ileri!” poetikası şeklinde olsun istedim. Küçük hayaller değil, ayakları yere basan büyük hayaller kurmayı öğrettim. İnandıkları her şeyin gerçek olabileceğini, imkânsızın masal ürünü olduğunu anlattım. Ama ben sadece hayatlarından geçen bir rehberdim. Onlar zaten geleceğe açılan pencereden atlayıp bu dünyayı güzelleştirmek için dünyaya gelen doğuştan hazır çocuklardı.

İşte böyle o köyde dört senem geçti. Ve sonra o biten dört senenin üzerinden de tam 34 sene geçti. Şimdi yetiştirdiğim o on dokuz çocuk ülkemin on dokuz farklı köşesinde. Bir kısmı benim yolumdan ilerleyip öğretmen oldular. Küçüklüğünden beri toprağı seven Elif kızım ziraat mühendisi oldu. Hastalığım için dua eden Ali ve Ahmet hastalarına ilaç vesilesi ile tedavi edebileceğini de öğrenip kimyager oldu. Annelerinin yolundan gidip doğruları hiç sakınmadan söyleyen dört öğrencim (ikisi kız ikisi erkek) avukat oldu. Haberini aldım, biri hakimlik sınavına hazırlanıyormuş. Ben resim çizin dediğimde hep gökyüzü, uzay ve gezegenleri tasavvur edip çizmeye çalışan Hüseyin şimdi bilim insanı oldu. Elbette benim sadece on dokuz öğrencim yoktu. Kendi okuttuğum öğrencilerim de dahil Anadolu’nun tüm topraklarında okuyan evlatlar öğrencimdir benim. Dertleri derdimdir. Ancak o on dokuz öğrencimin hikayesini asla unutmayacağım ve unutturmamak adına kalemi elime aldım.  Şimdi ömrüm ile imzaladığım nefes süremi tamamlamak için geri sayım yapıyorum. Hem de yine bir öğrencimin gözetimi altında bulunduğum hastanede. Ancak ölümüm sadece bedenim üzerinden olacak. Çünkü ben geride bir ressamın bıraktığı tablo,  Mehmet Akif’in yazdığı İstiklal Marşı gibi öğrenciler bırakıyorum. Nesillerce sürecek, aktardıklarımı aktaracak kanlı canlı eserler… Gençliğime, bu mesleğe olan sevdama ve öğrencilerime selam olsun…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir