Bir Timsalle Kadın
Bir destandır kadın. İsmiyle, vasfıyla, vicdanıyla takdire şayan kutsallıktır özünde. Bir parça yaşam kokar her bir kadın. Yarının umudu, dünün dersidir o. Duruşu, gülüşü, tahammül gücü, yorgunluğu ve gözyaşlarıyla tıpkı dünyanın aynasıdır. Değil midir toprağın, tabiatın önüne “ana” sıfatını taktıran?
Ve bilir misiniz her kadının yüreğinde muhakkak ortaktır birkaç duygu. Kimi zaman yumuşak kalpli merhameti, kimi zaman fırtınalar yaratan dirayeti ve bazen de bir tek sarılışında hissedebileceğiniz samimiyeti…
Size bir hayatı, bir kadını anlatacağım bu karanfiller kokan günde. Ve bunu tüm kadınların gücünü ispatlamak için yapacağım.
İsmi Sebahat, Sinoplu. 67 yaşında ama onun için yaşının hiçbir önemi yok. Ruhu evini kitaplar ile doldurmak isteyecek kadar genç. Belki zaman bıraksa yakasını, bir durdurabilse dakikaları nice hayaller kuracak hayata dair.
“Eski toprak” dediğimiz insanların zamanında yemeklerini tencerede yapıp kapağında misafire ikram ettikleri dönemlerde geçmiş çocukluğu.
O senelerin “ abin okulu bırakmadan sen gidemezsin.” Geleneğinden dolayı okuyamamış. Ama acı sinmiş gönlünün duvarlarına, içinde bir uhde kalmış o zamanlardan beri okumak. 15 yaşında evlenmiş. Kocaya eş, çocuğuna ana olmuş. Bu sırada yeni yeni öğreniyormuş yemek yapmayı. Ne bilsin tarlada tırpan tutan eller mutfakta kaşık karıştırmayı?
Hatta bir gün yaprak sarması yapması gerekiyormuş. Ağlaya ağlaya komşusuna gidip yardım istemiş. “Ben bilmem anlamam yemek yapmayı yardım et bana teyzecim.” Demiş. O günden sonrada tarif defteri o yaşlı komşusu olmuş Sebahat’ in. Ben hep derim birden fazla kadının yan yana olduğu yerde düşmek söz konusu bile olamaz. Pamuktan kalpler yeri gelince etten duvar örer, çelik yumruklara bürünürler. Aslan pençesi kesilip, tüm gücüyle aşar zorlukları.
Ama en hüzünlü yanıdır bir kadının yalnızlığı. Sevdiği adamı bir gün kuru toprağın altına koyduğunda, üşümesin diye kıyamadığı o adamı üç parça bezle bırakmak… Acıya bu, insan için hani. 30 yaşındayken Sebahat’ in başına da gelmiş. Dayanamaz olmuş, içi sığmaz olmuş içine. Geride kalmış 3 çocuğuyla. Dönem yokluk dönemi. İki üç çatal kaşıkla mutfakta bulaşığın birikmediği tarihler… Yıkılır mı peki kadın? Yıkılmaz, yıkılmamış o da. Bir emekli maaşı ile üç çocuk okutmuş. Sabahlara kadar yorgun düşen gözleriyle söylememe gerek yok iğneye ipliği geçirişlerini.
Tabi sever kadın, ölüsüyle dirisiyle. Belki kocasına duyduğu özlem kadar ağır gelmiyordur geçim sıkıntısı. Ama çok zorlandığı zamanlarda olmuş. Bir gün yine Pazarda patates soğan alırken yanında bir adamla aynı tezgahta alışveriş yapıyormuş. Adam giderken “ hey poşetlerimi aldın!” diye bağırmış arkasından. Sonra bir bakmış kendi poşetleri elinde. Aradan yıllar geçse bile aynı utangaçlıkla “ iyi ki duymadı beni.” Diyor Sebahat. Aynı zamanda bu geçim sıkıntısı beni delirtiyor deyip ağlamış olduğu yerde. Kadın pes eder mi? Asla! Sabretmiş.
Dişinden tırnağından eksiltmiş, bu sırada maaşını ilk çektiğinde yüz elli gram kızının sevdiği salamdan almayı unutmamış.
Yıllar geçmiş hayat zorlu sınavlara her zaman tabii tutmuş ama o hiç yılmamış hayatı yaşamaktan hatta yazımın başında dedim ya artık okuma yazma biliyor. Okuma sırası bende deyip altmışından sonra okula kayıt olmuş. Azıcık hecelemesinden şikâyet etse de en büyük hedefi torunları gibi kitap okuya bilmek ve okulu bitirdiğinde ehliyet alıp her yeri gezebilmek. Bu azimle onu da yapar inanıyoruz biz.
Bir de anaçlığı hiç bitmedi. Balkonunda ufak bir botanik bahçesi var ve onları “ yavrularım, kuzularım siz açtınız mı? “ diyerek seviyor. Onları sevmeyince de küstüğüne inanıyor. İşte kadın. Sevgi dolu. Yaşamın tüm acılarına rağmen toplayan, toparlayan sinesine çeken ve gülümseyen kadın.
Yıkılmayan, emekçi, fedakâr kadın. Anaç kadın. Ve o kadın benim babaannem.