
HAFTANIN SEKİZİNCİ GÜNÜ
Bir rüzgâr esti usulca. Önce saçlarımın kıpırdadığını hissettim, daha sonra yorganın dışında kalan sağ kolumun tüyleri ürperdi yavaşça. Sanki hayatımın başından beri uyuyordum. Gözlerimi açmak öylesine zordu ki. Göz kapaklarım sarmaşıklarla donatılmış gibiydi. Her kirpik oynatışımda dikenler batıyordu gözümün içine. Biraz daha dedim kendime, biraz daha. Bedenimin hareketsiz ama bir o kadar özgür olmasına izin verdim. Sonra yavaş yavaş dışarda kalan koluma bir sıcaklık vurdu. Arttı, arttı. O kadar sıcak oldu ki yanaklarıma da deyip tatlı bir his versin istedim yüzüme. O yüzden elimi yüzümün altına koydum ve soluma doğru uzandım. Bir süre daha esen rüzgar ve güneşin etrafa saçtığı sıcaklık çatışmasında hiç düşünceyi ağırladım zihnimde.
Sonra güneş dayanılmaz oldu. Isıtma ve yumuşak bir sıcaklık hissettirme gayesinden çoktan vazgeçmişti. Derin bir nefes alarak boynumu geriye doğru gerdim, kollarımı iki yana açtım ve sağ bacağımı karnıma doğru çekerek güzelce gerildim. Sabah sporu için yeterliydi bence.
Gözlerimi yavaşça açtım. Dehşet içindeyim! Aniden fırladım yatağın içinden. Neredeyim ben? Kimin evi burası ve ben neden kendi evimdeymiş gibi rahattım bunca süre? Hatırla! Hatırla! Nafile. Uyuduğum geceyle birlikte silinmiş geçmişim.
Kimim ben? Kendime yabancıyım. Nefes almanın ne demek olduğunu biliyorum ama nefes alışım bana korku veriyor. Bacaklarım sayesinde yürüyebiliyorum ama neden bu kadar uzunlar? Suratımın iki yanında hareket eden o yuvarlak şeylerde ne öyle? Neden ufak bir şeyler akıyor oradan? Ağlıyorum. Ağlamak öldürür mü insanı? İnsan mı deniyor şimdi bana? Ben hangi geceye yumdum gözlerimi de böyle bir sabaha uyandım acaba.
Titriyorum korkudan. Sol tarafımda hızlı hızlı atıyor kalbim. Boncuk boncuk terliyor saçlarımın dipleri.
Ne o? Sen de kimsin? Neden yaptığım hareketlerin aynısını yapıyorsun! Bir yansıma mısın yoksa bu dünyada herkes iki beden içinde çift ruhla mı yaratılmış?
Sakinleşmem gerek. Yattığım yere oturabileceğimi varsayıyorum. Bilinmezliğin sürüklediği umutsuzluk duygusunu taşıyorum derinlerimde. Ondandır ellerimle yüzümü kapatışım. Bu dünya bu odadan mı ibaret acaba? Keşfetmeliyim. Güneşin yansıdığı yerde hareket eden şeyler var.-Islanmış kirpik uçlarımla ve titreyen parmak uçlarımla dokunuyorum pencereye. İnanamıyorum. Benim gibi elleri kolları ve suratları olan bir sürü insan var. Bazısı kısa, bazısı şişman. Ama onlar neden dışarda? Yoksa adım attığı sokaklar bir tek onların dünyası mı? Öyle olsa ben hangi suçtan tutsağım dört duvar arasında? Hiçbir şey bilmiyorum. Ne yaşıyorum bugün böyle? Sahi yaşamakta öldürür mü insanı?
Evet, tam şu anda denemeliyim. Kapıyı açmalı, adım atmalı ve onların dünyasına yürümeyi denemeliyim. Bileklerime kadar uyuştuğumu hissediyorum titremekten. Bulutlar güneşi gölgelediğinden mi bu tenimin buz rengi? Yapıyorum, şimdi, şu an, hemen. Kapının açılmasıyla bir gıcırtı sesi duyuluyor ardından. Burası dar bir koridor. Karşımda, sağ ve sol tarafımda birer tane oda var. Koridorun hemen bitiş kısmında da ahşap bir merdiven iniyor aşağı. Düşerek de inemez miydik ki?
Duvarda bir şey dikkatimi çekiyor. Dışarda ki insanların yaşadığı yerde gördüğüm ağaç resmi var dikdörtgen bir çerçevenin içinde. O kadar hareketsiz ve cansız duruyor ki zararsız olduğunu hemen anlarsınız. Dokundum, tutmaya çalıştım hatta. Ama öylesine düz ki. Tıpkı konuşamayan şu merdivenler gibi. Çıktığım odanın bana el sallayamayan kapısı gibi.
Yalın ayak ve teker teker iniyorum basamaklardan. Burası kocaman bir odaya açılıyor. Pencereleri benim boyumda olan ve dışarda ki dünyaya daha yakın bir oda. Dışarıya göre çok daha küçük bir dünya. Orada olmayı çok istiyorum. Nasıl gidebilirim, nasıl? Pencerelerle konuşabilir miyim acaba? Konuşmanın ne demek olduğunu bile bilmiyorum ki ben. Neyim ben? Kimim ben? Küsüyorum pencerelere. Ben konuşma bilmiyorsam onlar yardım etmeyi hiç mi bilmiyor?
Sırtımı dönüyorum aydınlığa, ve sahiplenmekten korkan bir insanın oturuşuyla oturuyorum koltuğa. Ellerim umutsuzluğa alışmışçasına çenemin altında. Gözlerim boş bakıyor etrafa. Çevreme baktığımda gördüğüm her şey bir nedenin getirdiği zorunluluklar kadar dopdolu. Bakışlarım bile bakma artık yoruldum diyor. Önce yavaş yavaş kırparken gözlerimi birden uzun uzun açılıp kapanışlara dönüşüyor hareketleri. Giderek seyrekleşiyor göz kapaklarımın yukarda toplandığı vakitler. Ve sonra, omuzlarımdan bütün vücuduma yayılıyor bilinmezliğin yorgunluğu. İşte şimdi bitti umudum. Şimdi yumabilirim göz kapaklarımı karanlığa. Hoş geldin siyah. Hoş geldin benim bilinemezliğimin başladığı yer.


3 Yorum
Mehmet KIRICO
Ortalara kadar “Dönüşüm” hikayesini anımsattı bana. O beklentiyle okurken sonunu çok güzel bağlamışsınız, tebrik eder; başarılarınızın devamını dilerim.
Fatma Betül ODABAŞ
çok teşekkür ederim, güzel bir yazardan güzel bir benzetiminiz ve iyi dilekleriniz için 🙂