Betül Odabaş,  Deneme Yazıları

OTUZ İKİ DİŞ MİDİR HAYAT?

Sonbahardı. Evimin civarında ki bir parkta yürüyordum. Rüzgar gökyüzüne havalanmanın sevincini yaşıyordu. Yaprak, topraktan son anne sıcağını almak için dalını terk ediyordu. Ben evrende oynanan tiyatroya biletini arka koltuktan almış bir seyirci gibiydim. Hiçbir şeye müdahale etmiyor, susmak için yaratılmışcasına sessizlik haykırıyordum.

Yüzümde o her adem oğlunun takındığı ifade vardı: Gülümseyiş. Öyle değil midir? Gözlerimizden yaş gelircesine mutlu olup yüreğimiz havalandığında da güleriz, umutsuz kalıp çaresizliğimize de güleriz. Bazen acılar bizi delirtir, yine güleriz. Hatta rezil rüsva olduğumuz da olur, ama hiç yüzden düşürmeyiz gülümsemeyi. Çoğu zaman alışılmışlık hakimdir sıfatlarımızda. “Her şeye rağmen” deriz yine güleriz.

Zaten her yer gülen insanlarla dolu şimdilerde… Caddeler birbirine gülümseyen insanlara seriyor kendini. Haneler kapılarını açıyor, gökyüzü onları izliyor. Masalar gülen insanlar için ellerin kavuşma köprüsü, ağaçlar koşuşturmaca eşliğinde gülen çocukların saklambaçta ki sığınağı. Dişler, güzel kahkahalar için parlatılıyor her gece ve her sabah.

Şu an yanımdan kim geçip gidiyorsa, kim koşuyor ve kim duruyorsa ufaktan dahi olsa bir gülümseyiş. Bitmeden, usanmadan…

Gözlerimi kısıp, burnuma düşmüş gözlüğümü yukarı çekerek, ufak bir ciddiyetle şunu diyebilirim ki: Bir serzeniştir gülümsemek, korkuyu yenmektir. İhtiyar bir bayanın bastonudur, insanın benliğine kilitlediği gizliliktir, acının üzerine çekilen naylon muşambadır. Yağmurdan koruyabilir lakin şeffaftır. Hep gözükür, yağmurun sesi duyulur, usundan çıkmaz insanın. Mükemmel bir kamuflaj olarak mı kabul edelim, yoksa yalan mı oluyor bu durumda en doğru tabir?

Bunları kafamda kollarını sıvayıp, hamura malzemesini teker teker koyan aşçı edasıyla yoğuruyorum.

Sonra dinlenmek için bir banka oturuyorum. İnsan olmak böyle bir şey işte: Hem bilinç, hem ruh hem de fizik yoruluyor zamanla… Derin bir nefes alıp, gözlerimin sadece soyutu gördüğü pencereyi yavaşça aralıyorum. Artık bir sezgisellik, el ile tutulmazlık karşımda…

Bu kendi ruhunu hissedebilen her yiğidin harcıdır dostlarım.Kendini keşfeden, herkesi keşfeder. Kendi labirentinden çıkmayı başaran herkesin labirentini çözer.

Şu an neler hissettiğimi bilemezsiniz. Bir çocuğun salıncakta sallanırken tutunduğu ipe kafasını yaslayışında bile bir hüzün var. Annesini kaybetme korkusuyla yine annesine parlayan gözlerinde saçtığı gülümsemede seziliyor hepsi. Bilmukabele annesinde de evladını kaybetme korkusundan doğan. göz kenarlarını buruştururcasına yüzüne hakim olan bir gülümseyiş. Bir ihtiyarın ruhunda günahlarıyla karşı karşıya oluşundan kaynaklanan pişmanlığı… Gülmek sevaptır diye düşünerek tüm dişsiz ağzıyla geriyor yine dudaklarını. Tıpkı diğerleri gibi.

Bir babanın kızına tüm içtenliğiyle gülümsemesinde yatıyor hüznü. Çünkü cebinde bir daha ona elma şekeri alacak parası ne zaman olacak bilmiyor.

Hemen onların önünden elleri ceplerinde delikanlılar geçiyor. Yüzlerinde gülümsemeden tek bir ibare olmamasına rağmen sesleri mükemmel bir taklit yeteneğiyle kahkaha atıyor. Oysa ne yalnızlar, tek istekleri “Ben buradayım!” diye duyurmak kendilerini. Selden kaçan insanların bacaklarına dolanan yağmur tanesi gibi ezilmişler ayaklarda. Kimsesiz, küçücük, yoksul bir ruhça.

Katlanamıyorum bu hüsranlara. Üstad Cahit Zarifoğlu’nun söylediği söz geliyor aklıma: “Ne çok acı var.” En iyisi bu tiyatronun oyununu seyretmeye devam etmek. Hoşça kal soyutluk! Merhabalar olsun sana yalanın hüküm sürdüğü realite!

Şimdi her şey sahiden mutlu gözüküyor işte, lakin yüreğim dayanamayacak bunlara. O halde yapılacak tek bir şey var: Gökyüzüne çevirmek bütün uzuvları…

Her şeyden önce sana merhaba mavi… Ey huzurun rengi, ismi, karşılığı.  Tüm gülüşler sana doğru yol alsın.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir